Önbilgi:Altısı "hâne" ikisi "bendiye" olmak üzere sekizer mısralık 6 bentten oluşan Gâlib'in bu meşhur Terciibendi, eskilerin "âlem-i sugrâ" [= küçük âlem, mikro-kozmos] dedikleri insanın yaratılışındaki hikmetleri ve ona verildiği hâlde varlığını keşfedemediği olağanüstü güçlerini konu edinmektedir. Eser sürekli olarak okuyucuyu kendisini yabana atmaması için uyarmakta, özünde ve yaratılışında bulunan cevher esas itibarıyla çok yüksek olduğu için kıymetini bilmesi ve hakkıyla değerlendirmesi konusunda onu ikaz etmektedir.
TERCÎ'-BEND
fe'ilâtün fe'ilâtün fe'ilâtün fe'ilâtün
I
1 Ey dil ey dil niye bu rütbede pür-gamsın sen
Gerçi vîrâne isen genc-i mutalsamsın sen
Ey gönül! Ey gönül, niçin bu kadar gamlısın? Gerçi harap isen de sen tılsımlı bir hâzinesin.
2 Secde-fermâ-yı melek zât-i mükerremsin sen
Bildiğin gibi değil cümleden akvemsin sen
Meleklere secde etmeleri emredilen kıymeti pek yüce bir zatsın. Bildiğin gibi değil, sen bütün varlıklardan daha üstün ve olgunsun.
3 Rûhsun nefha-i Cibril ile tev'emsin sen
Sırr-ı Haksın mesel-i 'Îsî-i Meryemsin sen
Ruhsun, Cebrailin nefesi ile ikizsin. Allah'ın sırrısın, Meryem oğlu İsa gibisin.
4 Hoşça bak zâtına kim zübde-i 'âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen
Kendine dikkatle bak, çünkü sen âlemin özüsün. Sen kâinatın gözbebeği olan insansın.
II
1 Merteben 'ayn-i müsemmâdadır esmâ sanma
Merciin Hâlık-i eşyâdadır eşyâ sanma
Rütben isimlerin sahibinin ta kendisindedir, isimlerde sanma. Döneceğin yer eşyanın yaratıcısında dır, eşya sanma.
2 Gördüğün emr-i muhakkakları rü'yâ sanma
Başkasın kendini sûretle heyûlâ sanma
Gördüğün gerçek işleri rüya sanma. Sen farklısın. Kendini suret ve heyula sanma.
3 Keşf ile sâbit olan ma'nîyi da'vâ sanma
Hakkına söylenen evsâfı müdârâ sanma
Keşifle sabit olan manayı [kuru] dava zannetme. Hakkında sayılan vasıfları sana hoş görünmek için söylenmiş zannetme.
4 Hoşça bak zâtına kim zübde-i 'âlemsin sen
Merdûm-i dıde-i ekvân olan âdemsin sen
Kendine dikkatle bak, çünkü sen âlemin özüsün. Sen kâinatın gözbebeği olan insansın.
III
1 İnleyip sırrını fâş eyleme agyâre sakın
Düşme bilmezlik ile varta-i inkâre sakın
İnleyerek sırrını sakın başkalarına belli etme. Bilmeden inkâr çukuruna düşmekten sakın.
2 Değmesin âhların kâkül-i dil-dâre sakın
Sonra Mansûr gibi çıkman olur dâre sakın
Sakın çektiğin ahlar yârin zülfüne dokunmasın. Sakın, yoksa Mansur gibi darağacına çıkmana sebep olur.
3 'Arz-i 'acz itmeyesin yâreden ol yâre sakın
Bulduğun gevher-i 'âlîleri bîçâre sakın
[Sevgiliden gelen] yaralardan o sevgiliye sakın aczini arz etmeye kalkışma. Ey çaresiz, elde ettiğin değerli mücevherleri iyi koru.
4 Hoşça bak zâtına kim zübde-i 'âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen
Kendine dikkatle bak, çünkü sen âlemin özüsün. Sen kâinatın gözbebeği olan insansın.
IV
1 Sendedir mahzen-i esrâr-i mahabbet sende
Sendedir ma'den-i envâr-i fütüvvet sende
Aşkın sırlarının hâzinesi şendedir sende! Yiğitlik nurlarının kaynağı sendedir sende!
2 Gizli gizli dahi vardır nice hâlet sende
Ma'rifet sende hüner sende hak'ikat sende
Sende daha saklı birçok hâller vardır. Marifet, hüner, hakikat hep şendedir.
3 Nazar itsen yer ü gök dûzeh ü cennet sende
'Arş ü kürsiyy ü melek sendedir elbet sende
Bir baksan yer, gök, cennet ve cehennem sende; Arş, Kürsü ve melek sende, elbet şendedir.
4 Hoşça bak zâtına kim zübde-i 'âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen
Kendine dikkatle bak, çünkü sen âlemin özüsün. Sen kâinatın gözbebeği olan insansın.
V
1 Hayfdir şâh iken 'âlemde gedâ olmayasın
Keder-âlûde-i ümmîd ü recâ olmayasın
Yazıktır, dünyada padişahken dilenci durumuna düşmeyesin. Ümit ve yalvarışın kederlerine bulaş-mayasın.
2 Vâdî-i ye'se düşüp hîç ü hebâ olmayasın
Yanılıp reh-rev-i sahrâ-yı belâ olmayasın
Yeis vadisine düşerek hiç olup gitmeyesin... Yan-lışlıkla belâ sahrasının yolunu tutmayasın.
3 Âdeme muttasıl ol tâ ki cüdâ olmayasın
Secdeler eyle ki merdûd-i Hudâ olmayasın
Âdeme yapış ki uzak düşmeyesin. Secdeler eyle ki Hakk'ın reddine uğramayasm.
4 Hoşça bak zâtına kim zübde-i 'âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen
Kendine dikkatle bak, çünkü sen âlemin özüsün. Sen kâinatın gözbebeği olan insansın.
VI
1 Berk-i hâtif gibi bu kayd-i sivâdan güzer et
Erişen hâr u hasa âteş-i 'ışkı siper et
Allah'tan gayrı her şeyden, ansızın çakı veren şimşek gibi geçip uzaklaş. Sana takılan çer çöpe aşk ateşini siper et.
2 Dâmenün tutmaya âsâr-i 'alâyık hazer et
Şems-veş hwâhiş-i Munlâ ile 'azm-i sefer et
Sakın ha [gönlünün Allah'tan başka] alâka kuracağın şeylerin izleri eteğini tutmasın. Şems gibi Mevlânâ'yı isteyerek seyahate çık.
3 Sâf kıl âyineni kâbil-i 'aks-i süver et
Hele bir cem'-i havâs eyle de Gâlib nazar et
Gâlib, aynanı saf ederek suretleri aksettirebilir hâle getir; hele bir hislerini topla da bir bak...
4 Hoşça bak zâtına kim zübde-i 'âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen
Kendine dikkatle bak, çünkü sen âlemin özüsün. Sen kâinatın gözbebeği olan insansın.
Şerh:
I/1 Gönül hakkında "vîrâne" [= harabe] denmesi, aşkın orayı kasıp kavurarak harap hâle getirmesine imada bulunmak içindir, ifadeye göre gönül böyle harap olmakla birlikte, "mutalsam" [= tılsımlı, büyülü] bir "genc" [= hazine] gibidir. Bu ifade eskilerin para ve değerli eşyalarını toprağa gömerken bir takım tılsım ve büyülerle ona erişecek kimseleri engellemeye çalışmalarından kaynaklanmaktadır. Halk arasında hâlâ, kazı yaparken hazine bulduğu hâlde üzerine çöreklenen ve kendisini engelleyen yılanlar sebebiyle ulaşamadığını söyleyenler çoktur. Eski Roma vb. uygarlıkların harabe ve mezarlarının gömülerle dolu olup buralardan sürekli hazineler çıkarılması sebebiyle edebiyatta harabeler hazinelerin bulunduğu yerler olarak zikredilir. Burada da âşığın harap gönlü aynı şekilde ilâhî sırları içinde barındıran tılsımlı yani esrarengiz bir hazine olarak düşünülmüştür.
I/2 Farsça "fermûden" [= emretmek] fiilinden türeyen "fermâ" ile kurulan "secde-fermâ" [= secde emreden] grubu burada, Kur'an'da Allah'ın meleklere Âdem'e secde etmelerini emretmesine işaret eden birçok ayete (msl. Bakara, 34) telmih olmak üzere geçmektedir. Mutasavvıflar kâinatın yaratılış sebebi insan olduğu ve her şeyden önce Hz. Muhammed'in nuru yaratıldığı için, üstünlüğün ve önceliğin insanda olması sebebiyle meleklere böyle bir emir verildiğini öne sürerler.
I/3 Nefes veya üfleme demek olan "nefha" kelimesi burada, Kur'an'da insanın yaratılışından bahseden bir surede geçen "Sonra onu şekilendirmiş, ona kendi ruhundan üflemiştir" (Secde, 9) ayete bir işaret olmak üzere kullanılmıştır. Kur'an'dan başka İslâmî kaynaklarda Cebrail'in isimleri arasında "Rûhullah" ve "Rûhü'l-a'zam" geçmesinden de anlaşılacağı üzere şair, bu gibi isim ve vasıflarla zikredilen bu büyük melek ile Allah'ın ruhunu nefhettiği insanın birer "tev'em" [= ikiz] gibi oldukları görüşündedir. "Rûhullah" ibaresi aynı zamanda Hz. isa'yı çağrıştırmış olmalı ki şair hemen ardından gelen mısrada, Hz. Meryem'den bahsetmektedir. Çünkü Cebrail ona da Allah'ın emriyle gelerek üflemiş ve Hz. İsa babasız olarak dünyaya gelmişti. Bu arada beyit Allah'ın Hz. İsa'nın yaratılışı ile insanın ilk olarak yaratılışı arasında benzerlik bulunduğunu bildiren "Allah nezdinde İsa'nın durumu, Âdem'in durumu gibidir" (Âl-i İmrân, 59) mealindeki âyete imada bulunacak şekilde düzenlenmiştir (telmih).
I/4 İslâm filozofları kâinatı aklı ve nefsi olan, çeşitli organlardan vücuda gelen büyük bir organik sistem olarak düşünmüşler; tam bir uyum içinde çalışan bu oluşum ile insan arasında bir benzerlik kurarak kâinata "âlem-i kübrâ" [= büyük âlem], insana ise "âlem-i sugrâ" [= küçük âlem] demişlerdir. Bu düşünceden hareket eden Şeyh Gâlib, kâinat ve insan arasındaki ilişkinin bir benzerini adam demek olan "merdüm" ile içinde sürekli kendisine bakan kimsenin küçük bir aksini gösteren ve bu yüzden "merdümek" [= adamcık] denen gözbebeği arasında geliştirmektedir, insanın gözü ve gözde de göz bebeği en kıymetli organ olduğu gibi, bir insan misâli varlığını sürdüren âlem içinde insan da onun göz bebeği gibidir. Yani kainatın en değerli varlığıdır.
II/1 Allah'ın sıfatlarından olan meselâ "Semi'" [= kimsenin duyamayacağı şeyleri dahi işiten], "Basîr" [= Her şeyi bütün ayrıntılarıyla gören], "Habîr" [= görülen ve görülmeyen her şeyden haberdar olan] vb. bütün özellikler çok cüz'î miktarda da olsa insanda da bulunduğundan; yahut mutasavvıflara göre onun "esma" yani isimlerini çokça zikretme sonucunda bu isimlerin birtakım hassalarının insanda da tecelli edeceği inancına işaret olmak üzere şair, insana "Senin derecen böyle düşünüldüğü gibi isimlerle sınırlı zannetme" demektedir. Yani bu iddiaya göre insanın derecesi "müsemmâ" [= isimlerin sahibi] yani Allah ile beraberdir, ondan ayrı değildir. Vahdet-i vücut inancına böyle bir yaklaşımla temas eden şair, hemen ardından da hem bu biraz aşırıya kaçan iddia için kendisini koruma altına almak, hem de fikrini ispat etmek istercesine Kur'an'da insanın öldükten sonra Allah'a döndürüleceğine dair (msl. En'am, 36 ve Bakara 156) ayetlerde kullanılan "rece'a" fiiline imada bulunmak üzere "merci'" [= dönülüp geri gelinecek yer] kelimesini kullanmaktadır (telmih). Bu ifadeye göre insan öldükten sonra toprak gibi bir eşya olarak kalmayacak, Allah'ın yüce katına veya başka bir ifadeyle aslî vatanına kavuşacaktır.
II/2 "Heyûlâ" filozoflara göre her cismi meydana getiren, ona ârız olup değişmeyi kabul eden cevher demektir. İslâm filozoflarının bir kısmı meselâ İhvân-i Safâ heyulayı "suretleri kabul eden her bir cevher" olarak tarif etmişlerdir. Allah'ı ve ahireti inkâr edenler insanın öldükten sonra toprak olacak bir suretten ibaret olduğuna inanırlar. Nasıl topraktaki unsurlar bitkilere, bitkilerden onları yiyen hayvanlara ve hayvan ve bitkileri yiyen insanlara geçerse, insan ölüp toprağa konduğunda da bu aldıkları aynen geri iade edilir ve insan yok olur. Böyle bir insan tarifi onu tamamıyla suret ve görüntüden ibaret, eşya mertebesinde bir varlık tanımında değerlendirmektedir.
II/3 Beşinci mısrada geçen "da'vâ", bir şey için şu şöyledir, bu böyledir diye bir görüş ileri sürerek bu görüşte ısrar etmek anlamında kullanılmıştır. "Keşf' ise daha çok mutasavvıfların önem verdikleri rüya veya kalbe doğuşlar şeklinde gelen bilgi demektir. Bu beyitte keşf yoluyla, sezgi yoluyla elde edilen bilgiyi, akılla, beş duyu organıyla elde edilen bilgileri esas kabul edip reddedenlere bir itiraz olmak üzere onları uyarmaya yönelik bir ifade kullanılmıştır.
III/1-2 Âşık sürekli aşkını gizler, kimsenin haberdar olmamasına gayret eder, fakat çektiği ıstırap öyle bir hâle gelir ki elinde olmadan âh edip inlemeye başlar ve bu durumda ağyar yani başkaları onun durumunu anlarlar. Bu yüzden âh edip inlemeler ve gözyaşları edebiyatta aşkı ifşa eden, sır tutamayan kimselere benzetilir. Üçüncü mısrada günümüzde de "sevilen bir kimseyi hafifçe incitme" anlamında kullanılan "zülf-i yâre dokunmak" tabirine işaret edilmektedir. Şair, âşıkların sevgilinin zülfüne takılarak sürüklenen cılız bedenleri ile darağacma çıkan Hallâc-i Mansûr arasında ilişki kurmakta ve söz konusu deyim ile de beytin tasvir ettiği manzarayı bütünleştirmektedir.
III/3 Sevgilinin âşığa verdiği eziyetler yahut başka bir ifadeyle Allah'ın dünyada kullarına verdiği türlü sıkıntıların ima edildiği bu beyitte, bu gibi dertler ve acı veren yaralardan dolayı asla şikâyet edilmemesi gerektiği, bu yaraların aslında birer "cevher-i âlî" [= değeri çok yüksek mücevher] gibi kıymetli olduğu vurgulanmaktadır. Yani Allah kullarına bu dünyada çektikleri sıkıntılara sabretmeleri ve herşeye rağmen onun yolundan dönmemeleri hâlinde bu sıkıntıların mükâfatını fazlasıyla verecektir. Beşinci mısradaki "yâre" ibarelerinden biri 'yara' diğeri de 'sevgiliye' şeklinde iki farklı anlamda kullanılmışlardır (cinas).
IV/1 Hazinelerin korunup saklandığı yer demek olan "mahzen" burada "esrâr-i mahabbet"in [= aşkın sırları] saklandığı gönlü kastetmek üzere kullanılmış görünüyor. Dolayısıyla bu beyitte aşkın sırları değerli birer mücevher gibi düşünülmüştür (kapalı istiare). İkinci mısrada geçen "fütüvvet" aslında bir sûfiye ıstılahı olup gönülde tecellî eden bir ruh hâlini ifade eder ve en belirgin özelliği başkalarını kendinden üstün tutmaktır.
IV/2 "Ma'rifet" tarikat yoluna giren sufilerin birtakım ruhanî mertebeleri aşarak ilâhî hakikatlere vasıtasız olarak ulaşmaları, irfan elde etmeleri anlamında bir tabirdir. Kul, Allah'a önce onun sıfat ve isimlerini tanımaya çalışarak yaklaşır, çile ile nefsini arındırır, kendisine ve çevresine yabancılaşır. Bir zaman sonra Allah ona kendisini tanıtmaya başlar. İşte "ma'rifet" Allah'ın kuluna kendisi hakkında verdiği bu bilgidir. Şeriat, tarikat, marifet ve hakikat bütün bunlar kulu Allah'a ulaştıran ve birbirinin devamı sayılabilecek yollardır. Yeryüzündeki bütün canlılar arasında bu yeteneğe sahip olan tek canlı insandır. Marifet sayesinde kendisinde olağanüstü hâller, keşif ve kerametler
zuhur etmesi özelliği de sadece insanda vardır.
V/1 İslâmî inanca göre insan yeryüzünde Allah'ın bir halifesi olarak yaratılmıştır. Dolayısıyla her insan aslında bir padişah gibidir. Ancak bu özelliğinin farkına varamayan insan dünyada birtakım menfaatler elde etme ümidiyle başka insanlara gidip el avuç açar, kulluk eder. Halbuki mutasavvıfların inancına göre insana öyle güçler verilmiştir ki meselâ nazarı ile toprağı altın edecek bir kudrete sahip olabilir. Bunun farkında olmayanlar başkalarından yardım bekleyerek kendilerini "gedâ" [= dilenci] durumuna düşürürler. Beyitte "şâh" [= padişah] ve "gedâ" kelimeleri birbirine zıt konumdaki insanları ifade açısından özellikle tercih edilmişlerdir (tezat). Aynı zamanda kulun Allah'a karşı sürekli bulunması gereken tavrı tarif eden Arapça "havf ü recâ" [= korku ve ümit] ile bunun Farsçası olan "bîm ü ümmîd" [= korku ve ümit] terkiplerindeki "havf ve "ümmîd" burada kulun insandan ümit beklemesini kastetmek üzere kullanılmış görünüyor. Bunlar her ikisi de aynı anlamda kelimeler oldukları hâlde, ifadeyi kuvvetlendirme ve güzelleştirme amacıyla kullanılmışlardır (haşv).
V/2 Bir önceki mısrada insanlardan bir şeyler ümit etme yerilmişken, burada "ye's" [= ümitsizlik] bir vadiye yani düşüldüğünde çıkması mümkün olmayan bir uçuruma benzetilmektedir. Kolayca anlaşılacağı üzere burada bu defa Allah'tan ümidi kesme kastedilmekte ve bu durum tam bir felâket olarak nitelendirilmektedir. Bu mısrada "Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin" (Zümer, 53) âyetine işaret vardır (telmih).
V/3 "Merdûd" reddedilmiş, "merdûd-i Huda" ise Allah tarafından reddedilmiş demek olup bu bendin 5 ve 6. mısralarında geçen "Âdem" ve "secde" kelimelerinin de delaletiyle burada insan ilk yaratıldığında ona yani Âdem'e secde etmeyi reddeden Şeytan'ın kastedildiği anlaşılmaktadır. Öyle görülüyor ki ilk mısrada şair "âdem" kelimesiyle esas itibarıyla 'adam gibi insan'ı kastetmektedir. Allah'ın Kur'an'da "Sâdıklarla birlikte bulunun" (Tevbe, 119) emrine nazaran burada bu ayete işarette bulunulmaktadır (telmih). Yani böyle kimselerle "muttasıl" [= bitişik] olup omuz omuza bulunanlar Allah'a yaklaşacaklar, secdeden uzak kalanlar ise şeytan gibi reddedileceklerdir.
VI/1-3 Mutasavvıflar Allah'tan gayri olan her şeye "sivâ" derler. Tarikat yoluna giren her dervişin gayreti bu "sivâ"dan uzaklaşmaya çalışmaktır. Şeyh Gâlib bu uzaklaşmanın gerektiği şekli ifade için "berk-i hâtif [= aniden çakıveren şimşek] örneğini vermektedir. Her yolda olduğu gibi bu yolda da insanın önüne türlü "hâr u has" [= çer çöp] kabilinden engeller çıkacak ve bazen dünya alâkaları diken gibi onun eteğini yakalayacaktır. Şair bu gibi engelleri de aşk ateşi ile yakmayı tavsiye etmektedir. Bir sonraki mısrada ise bu yola çıkışa Şems-i Tebrîzî'nin bir mürşit aramak için yollara düşmesi ve "Munlâ"yı [= Mevlânâ] bulması örneği verilmiş. Tasavvuf yoluna girenler eski gümüş veya çelik aynaların sürekli ovularak parlak tutulması gibi gönül aynalarını marifet ve zikir ile devamlı parlatarak orada ilâhî gerçeklerin aksetmesini sağlamaya çalışırlar. Bu bendin 5. beytinde buna işaret edilmektedir.
Kaynak: Ahmet Atilla ŞENTÜRK, Osmanlı Şiiri Antolojisi
Yorumlar
Yorum Gönder