Su Kasîdesi [Fuzûlî]

Takdim: Eski edebiyatımız Hz. Peygamber için yazılmış binlerce beyit ve müstakil eserle süslüdür. Bu edebiyatın önemli bir kısmında güzel deyince, dilber deyince, sevgili deyince neredeyse hep ilk akla gelen odur. Asr-i Saadet'te Hassan bin Sabit ve Ka'b ibni Züheyr'in kasidelerinden başlamak üzere Arap, İran ve Türk edebiyatlarında onun için nazmedilen bütün eserlerde ona duyulan özlem ve aşk dile getirilmiştir. Türk edebiyatındaki naatler arasında onu "suyun hararetle aradığı, kapısına ulaşmaya çalıştığı sevgili" olarak tasvir eden bir tanesi vardır ki asırlar boyunca zevkle okunmuş ve hâlâ da okunmaktadır. Kasidelerin 'nesîb' yahut 'teşbîb' denen başlangıç bölümlerinde, şairlerin gerek şiir sanatındaki kudretlerini göstermek, gerekse methedecekleri şahsın övgüsüne güçlü ve etkili bir üslûpla başlamaya zemin hazırlamak üzere bir tabiat yahut güzel tasviri ile başlamaları edebî bir gelenektir. Ancak bizim edebiyatımızda pek çok örneği görüldüğü üz...

Cihân-ârâ cihân îçindedir ârâyı bilmezler [Hayâlî]


Cihân-ârâ cihân îçindedir ârâyı bilmezler
O mâhîler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler
Harâbât ehline dûzah azâbın anma iyi zâhid
Ki bunlar ibn-i vakt oldu gam-ı ferdâyı bilmezler
Şafak-gûn kan içinde dâğını seyretse âşıklar
Güneşte zerre görmezler felekte âyı bilmezler
Hamîde kadlerîne rişte-i eşki takup bunlar
Atarlar tîr-i maksûdû nedendir yâyı bilmezler
Hayâlî fakr şâlına çekenler cism-i uryânı
Anınlâ fahrederler atlas ü dîbâyı bilmezler

Vezni:
Mefâîlün Mefâîlün Mefâîjün Mefâîlün

Günümüz Türkçesi:

1.Cihanı beziyen (Allah) cihanın içindedir; herkes onu aramayı bilmez. Nitekim, denizdeki balıklar da denizin ne olduğundan haberdar değildir.
2.Ey sofu! Meyhanede oturup aşk ve şarapla günlerini geçirenlere yarınki cehennem azabından bahsetme; bunlar, geçmişi ve geleceği bırakıp, yaşanılan güne değer veren kimselerdir, yarının tasasını çekmezler.
3.Âşıklar, şafak renginde kıpkızıl, kanlı yaralarını (aşk yüzünden bağırlarında açılan yaraları) seyrederler ve güneşte zerre zerre değeri bile görmezler, yaraları varken de gökteki ayın ne olduğunu bilmezler.
4.Bunlar (âşıklar), yay gibi iki büklüm olmuş boylarına gözyaşı ipliğini gerip maksut okunu atarlar ama yayın neden olduğunun farkına varmazlar, (nedense, yay denilen şeyi bilmezler).
5.Ey Hayali! Çırılçıplak vücutlarına yokluk, hiçlik şalını saranlar, onunla öğünürler, atlasın ve dibanın ne olduğunu bilmezler.

İzahlar:

1.Cihân-ârâ (f. st.) Cihanı süsliyen, beziyen.
Arayıbilmezler: arıyamazlar, yahut, aramayı bilmezler yerinde kullanılmıştır ve bu suretle cihân-ârâ nın ârâ sı ile bu kelime arasında cinas gözetilmiştir.
Şair, tasavvuf akidelerine dayanan bu beytiyle, Allahın, kâinatta bütün yarattığı şeylerde göründüğünü anlatıyor ve: "Allahı görmek ve bilmek için kâinata bakmak kâfidir. Çünkü, her şey onun varlığının bir delilidir. Ancak, bunun böyle olduğunu görecek göz lâzımdır. Gafillerin gözleri bunu göremez. Onlar cihanın Allahla dolu olduğunu anlıyamazlar; denizde yaşıyan balıkların, denizin ne olduğunu bilmedikleri gibi..." diyor.
2.Evvelce de bahsi geçtiği gibi, meyhane demek olan harâbât kelimesi, eski şiirimizde bu alelâde manasından farklı bir mana kazanmıştır. Binaenaleyh, bu beyitteki harâbât ehlini de, meyhane sarhoşları gibi basit ve bayağı bir mana ile değil, başka bir âlemin şevk ve zevkini duyanlar manasıyle anlamalıdır.
Şarap, dinde haram sayıldığı için, zahit onlara yarın ahrette cehennemde yanacaklarını hatırlatıyor.
İbn-i vakt: (f. is. t.) Tasavvufta, maziyi, istiklâli bir tarafa bırakıp, "dem bu demdir" diyen kimse.
Gam-i ferdâ : (f. is. t.) İstikbal kaygısı; yarının tasası, âhiret tasası.
3.Şafak-gûn: (f. st.) Şafak renkli; kıpkırmızı.
Şafak-gûn kelimesinin gûn hecesi burada uzatılmadan okunacaktır.
Şair bu beytiyle, hakikî aşk ile gönlü dolu olanların yalnız bu aşkın hazları içinde yaşayıp başka şeylerle alâkadar olmadıklarını, bu aşk ile bağırlarında açılan yaraları seyretmekten zevk alıp dış âlemin güneş ve ay gibi en parlak şeylerine bile bakmadıklarını anlatıyor.
Beyitte, şafak renkli yara ile kıpkızıl doğan güneş ve yara ile ay, "hilâl" arasındaki benzeyiş de göz önünde bulundurulmuştur.
4.Rişte-i eşk: (f. st. t.) Gözyaşı ipliği.
Tîr-i maksûd: (f. is. t.) Maksut oku. Maksûd; kastolunan, düşünülen, istenilen şey demektir.
Bu beytin birinci mısraında âşıkın ıstırap yüküyle bükülmüş olan vücudu bir yaya, gözünden iplik gibi inen yaşı da o yaya gerilen kirişe benzetiliyor. Böyle kirişi gerilmiş bir yay haline gelen âşık maksut okunu atıyor, yani emelini bildiriyor. Fakat, yayın ne olduğunun farkında değildir.
5.Cism-i uryân: (f. s. t.) Çıplak vücut.
Bu beyitte de, hakikî aşk zevkini tadanlar için dünya hazlarının değeri olmadığı anlatılıyor. Atlas ve diba, kıymetli birer kumaştır ve burada maddî cazibesi olan şeylerin timsalleridirler. Bunların yanında, bir şala benzetilen yokluk, hiçlik ise, âşık için, iç âleminin hazlarını engelsiz duyabilmesi bakımından, bir teselli ve öğünme vesilesi olup atlasla dibaya tercih ediliyor. Bu beyitte, "el-fakru fahrî" hadîsine telmih vardır.
Dünyanın malını, mülkünü değersiz tanımaktan ileri gelen yokluk, gönül zenginliğinin bir nişanesidir ki onun bu kıymeti, bu beyitte bir şala benzetilmesiyle de meydana konulmuştur. Şal da kıymetli bir kumaştır.
Fakr kelimesi, vezinde, bir kapalı ve bir açık hece karşılığı olacak surette okunmalıdır.

Yorumlar