Hatt-i reyhân kim tolanmışdur gülistânı dürüst [Karamanlı Nizâmî]

Micmer

 Önbilgi:

Özellikle XVI. yüzyılda Anadolu topraklarına seyahatler düzenleyerek buradaki izlenimlerini yazan yabancı seyyahların Türkler hakkında ifade ettikleri ortak kanaatlerden birisi de, bu milletin kadın erkek, genç ihtiyarı şiirle uğraşmaktadır. Gerçekten de o devirde edebiyat, dil ve din gibi toplum binasının temel harcını oluşturan önemli unsurlardan biri -Günümüzde olduğu gibi televizyon, sinema, tiyatro gibi eğlenceler bulunmadığından insanlar en azından çeşitli toplantılarda okunan halk hikâyelerini ve destanları dinleyerek şiirle ilgileniyorlardı. Biraz daha mürekkep yalamış, ağzı lâf yapan ilim-irfan sahibi kimseler ise şiirleri ile göz doldurup ön plana çıkanların birbirlerine yazdıkları nazireler üzerinde tartışıp konuşuyor, bu şairlerin giriştikleri söz yarışını takip etmekten zevk duyuyorlardı. Eli kalem tutup şiir yazabilen dostlar arasında birbirine iltifat olsun diye şiir yazmanın yanı sıra hiciv yazılması da özellikle istenen bir husustu. Günümüz insanın mantığından yola çıkarak eski hiciv şiirlerinin, mutlaka bir öfke ve husumet sonucu yazılmış eserler olabileceğini düşünmek son derece yanlıştır. Zâtî'ye onu tanıyan bir zatın her rastlayışında "Zâtî Çelebi, beni donatsana!" diyerek ondan kendisini hicvetmesini istemesi buna güzel bir örnek oluşturabilir. Bu sebeple bütün bu eserlerin ait oldukları devir insanının anlayış ve mantığı ile değerlendirilmesi gerekir. Aşağıdaki eser Nizâmî'nin Mevlevî dervişi olması kuvvetle muhtemel bir ahbabı için yazılmıştır. Tekke ve dergâhlarda dervişlerin zikir sırasında cezbeye gelerek yaka ve bağırlarını yırtmalarına imada bulunan şairin, "Onlar Allah aşkıyla cezbeye geldiklerinden değil, seni gördüklerinden yaka ve bağırlarını yırtarlar" yahut "Ağzında dişi kalmayan şeyh efendi senin şeker gibi tatlı dudaklarına diş biliyor." gibi ifadeler tamamıyla bu takılma ve latifeleşmelerin bir ürünüdür. Eğer hakkında şiir yazılan derviş de -eskilerin tabiriyle- "nazma kadir ise" yani şiir yazmaya gücü yetiyorsa; o da şaire bu yolda bir şeyler yazarak cevap verecek ve atışmalar bu şekilde sürüp gidecektir...

GAZEL

fâ'ilâtün fâ'ilâtün fâ'ilâtün fâ'ilün

1 - Hatt-i reyhân kim tolanmışdur gülistânı dürüst
Hâledür kim devr idüpdür mâh-i tâbânı dürüst

2 - Dâne-i hâl-i siyâhı yâr-i gendüm-gûnumun
Odlara yandurdı gamdan hırmen-i cânı dürüst

3 - Korkaram öldürmeğe 'ahd itdüginden beni kim
Bulmadum 'âlemde bir 'ahdi vü peymânı dürüst

4 - Mürşid olmaz mushaf-i hüsnün revân itmezse şeyh
Kim imâm eyler anı bilmez çü Kur'ânı dürüst

5 - Meh ne lâf eyler senünle hân-i hüsn açmakda kim
Gezmedük kapu komaz bulınca bir nânı dürüst

6 - Beni gördükçe senünle mihr idüp n'eyler rakîb
Can virürken kâfirün hod olmaz îmânı dürüst

7 - Hânkâh içinde itsen âstîn-efşân semâ'
Kalmaya bir hırka ehlinün girîbânı dürüst

8 - Tîz ider şîrîn lebüne şeyh dendân-i tama'
Gerçi kim bir dâne yok ağzında dendânı dürüst

9 - Gönlini yıkma Nizâmî'nün ki yapılmaz dahi
Şîşe kim uşansa kimdür eyleyen anı dürüst

Günümüz Türkçesi:

1 - Gül bahçesinin etrafını tamamen dolanan reyhan hat, parlak ayı bütünüyle devr eden hâle gibidir.

2 - Buğday tenli dostun siyah beninin tanesi, gamdan can harmanını baştan aşağı ateşlere yandırdı.

3 - Beni öldürmek için yemin edişinden korkuyorum çünkü dünyada yemini ve sözü sadık birini bulamadım.

4 - Şeyh senin güzelliğinin mushafını ezberlemezse mürşit olamaz. Kur'an'ı doğru dürüst bilmeyeni kim imam eder?

5 - Ay bir bütün ekmek bulana kadar gezmedik kapı bırakmazken, seninle güzellik sofrası açma konusunda ne lâf edebilir!

6 - Rakip seni benimle gördükçe sevgi besleyip ne yapacak? Kâfirin can verirken iman etmesi gerçek olmaz.

7 - Sen dergâh içinde cübbenin yenlerini etrafa savurarak sema etsen, bir tek hırka ehlinin [dahi] yakası sağlam kalmaz.

8 - Ağzında doğru dürüst bir tane dişi olmadığı hâlde şeyh [efendi], senin tatlı dudağına tamah için diş biler.

9 - [Ey dost,] Nizâmî'nin gönlünü yıkma, çünki daha onarılmaz. Şişe kırılsa onu kim düzeltebilir.

Şiirin Şerhi:

1 - Kelimeleri gerçek anlamıyla değerlendirildiğinde, çevresinde reyhan çiçekleri dikilmiş bir gül bahçesinden bahsedilen birinci mısra, kelimelerin sembolik manaları söz konusu olunca gül gibi yanakların bulunduğu yüzü ifade eder. Bu mana değeri "gülistân"dan kaynaklanır. Klâsik şiirde sevgilinin yüzü sıklıkla "gülistan" [=gül bahçesi] olarak tasavvur edilir. Eski şiirde yazı anlamının yanı sıra yüzde çıkan tüylere de "hat" denilir. Aynı mısrada yer alan "hatt-i reyhan" [= fesleğen gibi kokan hat] ibaresinde yüzde çıkan tüyler koku itibarıyla fesleğene benzetildiği gibi (teşbih); aynı zamanda "hatt-i reyhânî" [= reyhanı hat] denen ve Yâkût-i Musta'sımî tarafından icat edilen 'aklâm-i sitte' yani altı değişik yazıdan biri olan bir hat çeşidine de uzaktan işaret edilmektedir (iham). Hattın fesleğen kokması, o devrin parfümeri geleneğinde, insanların eskiden güzel kokular saç ve sakallarına sürmeleri ile ilgilidir. Bu tasviri çizdikten sonra şair ikinci mısrada bunun üzerine bir başka yoruma daha girmektedir. Çevresi reyhan kokulu tüylerle çevrili olan gül bahçesi gibi yüz, âdeta çevresi "hâle" [= ay ağılı] ile çevrilmiş "tâbân" [= parlak] bir ay gibidir. Gazelin kafiyesini teşkil eden "dürüst" [= tamamıyla, bütünüyle] kelimesi o devirde günümüzde kullanıldığından farklı olarak böyle bir anlam da taşımaktaydı.

2 - Tane ve harman yeri imajları üzerine kurulan bu beyitte "hâl-i siyâh" [= siyah renkli ben], cinsi tam olarak belirtilmeyen bir "dâne" [= tane, tohum] olarak ifade edilmiştir. Metnin devamından bu benin, şairin "gendüm-gûn" [= buğday renkli, buğday tenli] ahbabının yüzünde bulunduğu anlaşılmaktadır. Edebî metinlerde harman ve harman yeri, bir emeğin mahsulünü yahut insan geçiminin bağlı bulunduğu sermaye ve değerleri sembolize eder. İnsan can olmadan yaşayamaz, can insanın en önemli sermayesidir. Şair bu düşünceden hareketle "hırmen-i cân" [= can harmanı] benzetmesini (teşbih) yapmaktadır, ifadeye göre söz konusu ben, şairin içinde gam ve keder ateşleri yakmış; ömrünün sermayesi olan can harmanı bu yangın sonucunda kül olup gitmiştir. Bilindiği üzere harman yerinde bulunan kuru samanlar en küçük bir ateşle dahi tutuşuverecek büyük yangınlara hazır bir durum arz eder. Yine beyitte özellikle kapalı bırakılan "dâne" [= tane, tohum] ile ateş ilişkisi ise; eskilerin 'micmer' dedikleri, içinde kor ateş bulunan ve üzerine üzerlik tohumu, öd ağacı yahut misk vb. maddeler atılarak etrafa hoş kokulu dumanlar saçan buhurdanlıklar (bk. res. 14) ile ilgili bir husustur. Sevgilinin misk gibi kokan siyah benini görünce âşık buhurdanlık gibi yanmaya başlamış ve sonuçta yegâne sermayesi olan can harmanında yangın çıkmıştır.

3 - Bugün de kullanıldığı üzere bir şeye ahdetmek, onun için yemin etmek demektir, ifadeden anlaşıldığına göre sevdiği kimse öfkelenerek veya günümüzde olduğu gibi latife yoluyla şairi öldürmeye yemin etmiştir ve şair kasıtlı olarak bundan endişe eder görünmektedir. Okuyucuda sanki şair öleceğinden korkmuş gibi bir intiba uyandıran bu ilk mısraı takip eden ikinci mısraa bakıldığında, bu korkunun "Ya öldürmekten vazgeçerse!" düşüncesinden kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Çünkü artık dünyada yeminine ve sözüne güvenilir kimse kalmamıştır. Görüldüğü üzere şairin tamamen bir latife için geliştirdiği bu ifade; aynı zamanda, âşıkların her an sevgilileri için canlarını fedaya hazır oldukları, bunu bir bahtiyarlık görerek seve seve kabul ettikleri şeklinde klişeleşen bir tavrı vurgulama amacına da yöneliktir.

4 - Bilindiği üzere Kur'an surelerinin belirli bölümlerinden her birine ayet denir. Ayetin bir diğer anlamı da Allah'ın güç ve kudretine delil teşkil eden her şey, alâmet demektir. Şairler Allah'ın yarattığı en aziz varlığın insan oluşundan ve Allah'ın Cemâl sıfatının en mükemmel surette insan yüzünde tecelli ettiği inancından hareketle, insan yüzünü her biri bir ayete benzeyen güzellik unsurlarının bir araya gelerek oluşturdukları bir "Mushaf [= Kur'an] olarak yorumlarlar. Şair burada güzellerin yüzüne bakmaktan çekinen, imanı zedelenir diye bu işten korkan "şeyh" [= tarikat lideri sofu] tipine sataşmak üzere arkadaşına, "Eğer şeyh senin güzelliğinin Kur'an'ını ezberlemezse irşat makamına gelemez" demektedir. Tarikata intisap eden dervişleri irşat ederek Allah'a yakınlaştırmaya çalışan tarikat önderine "şeyh" yahut "mürşid" [= irşat edici] denir. Aslında akan şey demek olan "revân" burada "revân etmek" şeklinde ve su gibi ezberlemek anlamında kullanılmıştır. İkinci mısrada ise Kur'an'ı gereği gibi okuyamayan bir kimsenin namaz kıldırmak için cemaate imamlık edemeyeceği yönündeki fıkhî kaide vasıta edilerek bu hâle bir örnek verilmektedir (tenasüp). Beyitte geçen "mürşid", "şeyh" ve "imâm" kelimeleri özellikle bir araya gelecek şekilde seçilmişlerdir (müraatinazir). Bu beytin arka planında, insanın yaratılan en şerefli varlık oluşu ve onun yüzünün Allah'ın varlığına delil teşkil eden bir ayet olduğu, bunun farkına varmayan ve bu ayeti idrak edemeyen kimsenin Allah'ın yüceliğini idrakten âciz olacağı için âşıklar nazarında imamete rüştü bulunmadığı vurgulanmıştır.

5 - Edebiyatta parlayan, nurlarla dolu bir yüzün ve dolayısıyla güzelliğin sembolü olarak geçen ay, burada güzellik konusunda söz konusu şahıs ile yarış etmeye kalkışan birine benzetilmiştir. Beyitteki "hwân-i hüsn" [= güzellik sofrası] terkibi ile güzellik kavramı bir sofraya benzetilerek (teşbih) bir müsabaka sahnesi oluşturulmaktadır. Güya ay ve derviş güzellik sofrası kurma konusunda yarış edeceklerdir. Ancak ay ona nazaran öyle bir durumdadır ki "dürüst" [= tam] bir ekmek bulabilmek için kapı kapı dolaşmakta, gezmedik kapı bırakmamaktadır. Buna karşılık övülen şahsın güzellik sofrası son derece zengindir. Bu durumda şair sözü: "Ay bu haliyle seninle nasıl yarışabilir?" demeye getirmektedir. Ayın bir ekmek bulabilmek için kapı kapı dolaşması, dolunay hâline gelene kadar on dört gün boyunca sürekli gökyüzünde doğu ve batı istikametinde hareket etmesinden kinayedir. Görüldüğü üzere şairin amacı, günümüzde de kullanılan, "ayın on dördü gibi nurlu yüz" vb. benzetmelerle güzellik sembolü hâline gelen ayı, methettiği şahsın yanında küçük düşürerek onun methini güçlendirmektir.

6 - Klâsik Doğu edebiyatlarında "rakîb", sevgilinin âşık ile yakınlaşmasını istemeyen, ikisi arasını sürekli açmaya çalışan âşığın hasmı konumundaki tiptir. Âşık ve sevgilinin bir araya gelmeleri rakip için ölüm gibidir. Şair böyle bir durumda rakibin sevgiliye "mihr" [= aşk, sevgi, şefkat] besleyip yakınlık göstermesini, "kâfir" [= dinsiz, imansız] bir kimsenin tam ölürken iman etmesine benzetmektedir. İslâm inancına göre inanmayan kimsenin, ölüm anındaki tevbesi ve imanı makbul değildir. Âşıklar nezdinde aşk bir din gibidir. Aşktaki samimiyet ve sadakat bu dinin imanına benzetilir. Âşığın hasmı konumundaki rakibin kâfirliği, aslında aşktaki samimiyetsizliğinden kinayedir. Bu mantığa göre o, menfaati için âşık geçinen sahte bir âşık ve dolayısıyla münafık bir kâfir gibidir.

7 - Bu beyitte söz konusu edilen şahsın bir derviş ve kuvvetli ihtimalle bir Mevlevi dervişi olduğu anlaşılmaktadır. Tarikat mensuplarının toplantı ve merasimlerini icra ettikleri yerlere "hankâh" [= tekke] denirdi. Elbisenin bilek kısmı yani yeni demek olan "âstîn" kelimesi ile oluşturulan "âstîn-efşân semâ" [= yen saçarak yapılan sema] ile kastedilen, Mevlevî'lerde olduğu gibi dervişin cübbesinin yenlerini vücudun iki yanına açıp savurarak sema etme olmalıdır. Şairin ifadesine göre, beytin muhatabı olan söz konusu derviş böyle sema etmeye başlayınca, "hırka ehli" yani tarikat erbabı kimselerden hiçbirinin yakası "dürüst" [= sağlam] kalmayacak yani tamamı parçalanacaktır. Eskiden dervişler zikir ve sema sırasında zaman zaman cezbeye gelip kendilerinden geçerler, çılgınca davranışlarda bulunarak vecd haliyle üstlerini başlarını yırtarlardı (bk. res. 7, 154). Şair böyle bir durumu, söz konusu dervişin güzelliğine duyulan bir sevgi sonucu cereyan etmiş gibi göstermeye çalışmaktadır.

8 - Şairler gerek lâtife yoluyla, gerekse meşrep farkı sebebiyle sofu kimselere ve tarikat mensuplarına sataşmadan edemezler. Nizamî burada yukarıda söz konusu edilen Mevlevî dervişinin şeyhine takılmakta ve onu bu dervişin -aslında şeker gibi tatlı sözlü olmasından kinaye ile- şeker gibi tatlı dudağına diş bilemekle itham etmektedir. "Tîz" keskin, "dendân" diş, "tama'" da tamah anlamına geldiğine göre; "dendân-i tama' tîz etmek" [= tamah dişini bilemek] yani yemek için iştah kabartmak anlamında kullanılmıştır. Görüldüğü üzere "şîrîn leb" [= tatlı dudak] burada helva gibi bir tatlıya benzetilmektedir (kapalı istiare). "Diş bileme" deyimindeki dişin gerçek anlamıyla ağızdaki diş ile hiçbir ilişkisi olmadığı hâlde şair, gerek bu tatlı dudak ve helva ilişkisinden, gerekse mecazî ve hakikî anlamda kullanılmış "diş" kelimelerinden hareketle böyle bir hayal oyunu oluşturmaya çalışmaktadır.

9 - Şairler temizliğini vurgulamak amacıyla gönüllerini daima ayna ve şişe gibi parlak, saf veya berrak nesnelere benzetirler. Şişeden kasıt aslında içine şarap konan cam kaptır. Gönül de içinde aşk şarabı bulunan bir şişe gibidir, içi dışı birdir, riya etmez, içindekini gizlemez. Gönül bir şişeye benzetildiğine göre gönlün kırılması bu şişenin kırılması olacaktır. Şair, şişe yahut camdan mamul bir nesne kırıldığı zaman nasıl bir daha eski hâline getirilemezse, kendi gönlünün de öyle olacağını ifade etmekte ve sevgilisini ikaz etmektedir.

Kaynak: Ahmet Atilla Şentürk, Osmanlı Şiiri Antolojisi, YKY, İstanbul.

Yorumlar