Nigârâ haddünün lutfı komadı gülde reng ü bû



Önbilgi:
İnsan dini terminolojideki ifadesiyle "eşrefü'l-mahlûkât" yani yaratılmışların en şereflisidir. Melekler dahi ona secde etmişlerdir. Kainattaki her şey onun için yaratılmıştır. Allah onu yaratırken kendi ruhundan verdiğinden insan, Allah'a en yakın olabilme özelliğine sahiptir. Zaten bu yüzden Miraç sırasında hiçbir meleğin ulaşamayacağı kadar Allah'a yaklaştırılmıştır. Bütün bu sebeplerden evrendeki her şey insana hayrandır. Bu anlayış insanı övmeyi, onu yaratanın üstün kudret ve sanatını övmekle aynı değerde görme anlayışını öne çıkarmış ve bu görüş şairler arasında son derece rağbet görmüştür. Eski edebiyatımızı oluşturan eserlerin önemli bir kısmının insan güzelliğinin işlenmesine ve övgüsüne ayrılmasının kaynağında böyle bir anlayış bulunur. Dinî kanunların hüküm sürdüğü bir toplumun edebiyatında meyhane, şarap, saki, kadeh, sürahi gibi unsurlar; taşıdıkları birtakım semboller sebebiyle hoşgörü ile karşılandığından, bazı şairler ten zevkine dayalı ilgi ve tutkuları da bu anlayışın ardına sığınarak rahatlıkla icra edebiliyorlardı. Bunun sonucu olarak hemen her şiir, her meşrepte insan tarafından kendi yorumuna göre zevkle okunabilecek bir yapı kazanmaktaydı. Aşağıdaki eser klâsik edebiyatımızın hemen bütün şiirlerinde görülen bu tavrın tipik örneklerindendir:

GAZEL
mefâ'îlün mefâ'îlün mefâ'îlün mefâ'îlün

1 - Nigârâ haddünün lutfı komadı gülde reng ü bû 
Apardı gözlerün sihri gözinden nergesün uyku

2 - Meğer bir gün boyun servin görem diyü kenarında 
Gözinden çeşmeler döküp yüz urup yire yörür su

3 - Sizerse leblerün lutfın çemende ditreye lâle 
İşitse dişlerün nazmın sadefde âb ola lü'lü'

4 - Gözün serhengi cânuma çeker her lahzada hançer 
Dökerdi kanum ortada dü hâcib olmasa ebrû

5 - Saçun küfrin yüzün nurın görürse zâhid ü râhib 
Bu mescidden diye yâhâ ve ol büthâneden yâ Hû

6 - Yanagun âteş-i Mûsî tudagun mu'ciz-i 'Îsî
Kemâl-i hüsne Yûsufsın Muhammedden dutarsın hû

7 - Eline câm alup Şeyhî seni medh itse gülşende 
Sürâhî zikr ider kul kul çağırtır fâhte gû gû


Günümüz Türkçesi:
1 - Ey [resim kadar güzel] sevgili! Yanağının ihsanı gülde renk ve koku bırakmadı, gözlerinin büyüsü nergisin gözünden uykuyu giderdi.
2 - Su bir gün [senin] servi boyunu yakından görme ümidiyle gözünden çeşmeler döker, yere yüz koyup yürür.
3 - Dudaklarının lütfunu sezerse gelincik çimende titrer; dişlerinin dizisini işitse inci istiridye içinde su olur.
4 - Gözünün yasakçısı her an canıma hançer çeker. Eğer arada iki kaş perdeci olmasa kanımı dökerdi.
5 - Zahit ve rahip saçının küfrünü ve yüzünün nurunu görseler; biri mescitten "yehho" diğeri de kiliseden "yâ Hû" der.
6 - Yanağın Musa'nın ateşi, dudağın İsa'nın mucizesi, mükemmel güzellikte Yusuf'sun, Muhammed'in huyunu almışsın.
7 - Şeyhî gül bahçesinde eline kadeh alıp seni methetse, sürahi "kul kul" diye zikreder, üveyik "gû gû" diye seslenir.

Şiirin Şerhi:
1 - Asıl anlamı resim demek olan "nigâr" kelimesi, edebiyatta yüz hatları adeta bir resim gibi özene bezene yaratılmış güzeller için kullanılır. Kelimenin sonundaki "-â" Farsça hitap edatı olup kelime bu ekle "Ey nigâr!" anlamına gelir. "Lutf kelimesi burada günümüzde olduğu gibi 'iyilik' ve ihsan' karşılığında kullanılmıştır. Yani söz konusu sevgilinin yanağı güle o kadar lütufta bulunmuştur ki gül de utançtan renk ve koku kalmamıştır. Görüldüğü üzere Şeyhî sevgilinin yanağının rengini güle benzeten şairlerden bir adım öne geçerek gülün, sevgilinin yanağından renk aldığını öne sürmekte ve onlardan hayâl ve mübalâğada bir perde ileriye geçmektedir. Aynı şekilde edebiyatta yaygın olarak "nergis"e benzetilen sevgilinin gözü hakkında da, âdeta nergis çiçeğini büyüleyerek onun gözünden uykuyu giderdiği iddiasında bulunmaktadır. Sevgilinin gözü her göreni âdeta büyülenmişçesine kendine bağlayıp iradesini elinden aldığından, edebiyatta 'câdû' yani büyücü yahut 'sihirbaz' olarak yorumlanır. Eski Yunan mitolojisinde Narcissus, olağanüstü güzellikte bir delikanlı imiş. Her gören ona âşık ve hayran olduğu halde hiç kendisinin aksini görmediği için bunun sebebini anlayamaz ve olanlara karşı umursamaz bir tavır takınırmış. Nihayet bir gün sudaki aksini görerek bu olağanüstü güzelliğe âşık olur ve onu elde etmek için suya atılır ve boğulur. Onun öldüğü yerde açan çiçeklere onun ismini verirler. Nergis İran ve Türk edebiyatlarında elinde kadeh tutan (bk. res. 5) ve sürekli içtiği için uykulu gözlerle başı eğik duran bir şahıs şeklinde tasavvur edilip yorumlanmıştır. Kendisine uyku izafe edilmesinin bir diğer sebebi, taç yapraklarının henüz açılırken uykulu bir gözü andırmasındandır. Aynı zamanda nergisin iç kısmı, tam bir göz şeklindedir. İşte nergisin taç yapraklarının açılma safhalarını ima eden şair, bu çiçeğin önce uykulu bir hâldeyken sevgilinin gözünü görünce adeta büyülenmişçesine gözüne bir daha uyku girmediğini, yani ona âşık olduğunu ifade etmektedir. Nergis ve uyku arasındaki bir diğer ilişki de bu bitkinin aynı zamanda narkotik yani uyuşturucu bir özelliği bulunmasından kaynaklanmaktadır. 
2 - Suyun yerde akıp gitmesi özelliğini işleyen şairler onu, sevgiliye ulaşmak için sürekli gözyaşları döken, yere yüzler süren bir şahsa benzetirler. Yere yüz sürme ifadesi Türklerde tarikat şeyhlerine ve hükümdarlara karşı gösterilen bir saygı ifadesi olduğu gibi; özellikle Hindistan'daki Buda rahipleri arasında hâlen görülen, bir mabede yaklaşırken belirli bir mesafeden sonra saygı için eller ve dizler üzerinde sürünerek ilerleme geleneğine bir işaret olmak üzere İran ve Türk edebiyatlarına girmiş olabilir. Suyun sevgiliye doğru akıp ilerlemesinin sebebi, onun bir gün sevgilinin servi gibi mütenasip boyunu yakından görebilme ümididir. "Kenar" kelimesi burada 'yakın' yahut 'yanı başı' anlamında kullanılmıştır. Eski edebiyatımızda çağlayarak akan sular sevgilisine kavuşmak için türlü eziyetler çeken âşığı sembolize ettiği gibi, şekil itibarıyla bir rakamını andırdığından 'vahdet' yani ilâhî birliği temsil eden servi ağacının dibine ulaşan ve onun aksini yansıtacak kadar durulan su imajı da, artık âşığın sükûnete erip vahdete kavuşmasını sembolize eder. "Suyun gözünden çeşmeler dökmesi" ifadesinde suya "göz" izafe edilmesi ve onun gözünden çeşme gibi yaşlar döktüğünün söylenmesi suyu kişileştirme amacına yöneliktir (teşhis). Aynı zamanda "göz" kelimesi, eski metinlerde çok sık geçen ve kaynak veya çeşme sayısını ifade eden 'bir göz su' yahut 'iki göz su' gibi bir tarif şekline imada bulunduğundan su ile ilişki içinde bulunan bir tabirdir. Ayrıca Farsçada göz anlamına gelen "çeşm"den türetilen "çeşme" kelimesi de ibaredeki Türkçe "göz" kelimesi ile uyum içindedir. Bir organ olarak "göz"ün de bir su kaynağı olduğu düşünülecek olursa "göz", "çeşme", "su" ve "dökme" kelimelerinin sürekli birbiri ile ilişkili kavramlardan ibaret olmak bakımından metinde tesadüfen yer almadıkları görülür. 
3 - Edebî metinlerde tasvir edilen "lâle", günümüzdeki lâle değil gelincik çiçeğidir (bk. res. 39). Zaten o devirde henüz XVI. asırda üretilerek Osmanlı lâlesi yahut İstanbul lâlesi olarak adlandırılan türde lâleler de günümüzdeki lâle şekillerinden tamamen farklı olup (bk. res. 9), bunlar bugün bilinenler den ayrı şekillere sahip çiçeklerdi. Bahar mevsimi başında sahra ve ovalarda yahut dağ etekleri ve tarla kenarlarında yoğun olarak açan "lâle" [= gelincik] edebiyatta kırmızılık sembolü olarak kullanılmıştır. Şairin ifadesine göre "lâle" [= gelincik] kırmızılığını sevgilinin dudağının lütfü sayesinde kazanmıştır, yani gelinciğe bu rengi sevgilinin dudağı bağışlamıştır. Bu hâli sezip idrak edince gelincik ürperip titrer. Görüldüğü üzere "sezme" [= hisset- me] gibi insana has bir davranış burada gelinciğe izafe edildiğinden bu çiçek kişileştirilmektedir (teşhis). Kolayca anlaşılacağı üzere ince bir sapı bulunan gelinciğin taç yaprakları hafif bir rüzgârda dahi hemen titremeğe başlar. Şair bu hâli, gelinciğin durumu anlayarak ürperip titremesi şeklinde yorumlamaktadır (hüsnütalil). Ayrıca buradaki "lutf" kelimesinin Arapçadaki kök anlamı, her şeyin küçüğü ve zarifi demektir. Bu bakımdan şairin "leb"in [= dudak] lütfundan bahsetmesi ifadesi, aynı zamanda edebiyatta eskilerin estetik anlayışına göre derli toplu olanı makbul tutulan dudağın küçüklüğüne de bir ima teşkil etmektedir. Arapça asıllı "nazm" kelimesinin anlamı 'dizme" demek olup şairin "dişlerin nazmı" ile kastettiği şey sevgilinin dişlerinin muntazam dizilişidir. Bir önceki beyitte sevgilinin dudağının rengi ile gelincik çiçeğini mukayese eden şair bu defa dişleri ile "sadef" [= istiridye] içindeki inciyi karşılaştırmakta ve -incinin nisan yağmuru damlasından oluştuğu şeklindeki bir inanışa da işarette bulunmak üzere- (iham) incinin sevgilinin dişleri yanında utancından su olacağını, yani sıkılıp terleyeceğini iddia etmektedir. 
4 - Farsça "serheng" kelimesi esas itibarıyla öncü asker demektir. Sevgilinin âşığın gönlünde heyecanlar uyandırıp onun kanını döken gözünün şiir dilinde sık sık cellada yahut kan dökücü askere benzetildiği malumdur. Burada göz hakkında benzetme unsuru olarak "serheng"in tercih edilmesi, bu ilişkiden ileri gelmekle birlikte asıl sebep eskilerin görme ile ilgili inançlarından kaynaklanmaktadır. Aristo ve Platon gibi filozofların görmeye dair görüşlerini iyi bilen eskilerin bir kısmı, görmenin gözden çıkan bir "nûr" yani ışının cisimlere çarpıp geri gelerek yine göz tarafından hissedilmesi ile gerçekleştiğine inanıyorlardı. Buna göre vücudun bizzat ulaşamadığı yerlere önceden ulaşan organ göz olduğundan, şairler göz için "serheng" [= öncü] benzetmesini kullanmışlardır. Göz ve hançer ilişkisi göz üzerindeki hançer şekilli kirpiklerden kaynaklanabileceği gibi, hançer kadar yaralayıcı bakışlara da bir işaret teşkil etmektedir. Beyitteki tasvire göre bir serheng olarak düşünülen göz âşığın kanını dökecektir, ancak "hâcib" [= teşrifatçı] konumundaki kaşlar araya girerek buna engel olmaktadırlar. Farsçada "dü" iki demek olup buna göre "dü hâcib" iki kapıcı yahut iki perdedar demektir. Hâcibler sultanların, yüksek derecede devlet adamlarının makamlarında kapının iki yanında bekleyen ve huzura çıkacak kimseler için kapıyı yahut perdeyi açıp onları içeri alan veya izinsiz huzura girmek isteyenleri engelleyen bir çeşit protokol memurları idiler. Edebî metinlerde sürekli bir sultan olarak tasavvur edilen sevgilinin kaşları, gerektiğinde kaşını çatarak âşığı ile arasına mesafe koyup onun yaklaşmasını engellemesi sebebiyle hâcibe benzetilmiş. Ancak "hâcib" kelimesinin Arapçadaki anlamının zaten 'kaş' demek olduğu ve ayrıca fail ismi olarak 'engelleyici kimse' anlamı da bulunduğu göz önüne alınacak olursa; şairin "ebru" [= kaş] ve "hâcib" [= 1. kaş, 2. engelleyici, 3. perdedar, protokol memuru] arasında oluşturduğu ilişki ve kelimenin birden ve hattâ ikiden çok anlama sahip olmasındaki (tevriye) incelik daha iyi anlaşılabilir. 
5 - Arapçadaki kök anlamı bir şeyin üzerini örtme demek olan "küfr" kelimesinin bir diğer anlamı da karanlık ve dolayısı ile karaltı ve siyahlık demektir. Bu bakımdan şairin sevgilinin saçının küfründen bahsetmesi, "küfür" [= isyan] anlamının yanı sıra onun siyahlığını ima etmesinden ibarettir (tevriye). Saçın isyankâr oluşu, ucunun kıvrık olup bu haliyle baş kaldırıp isyan eden bir şahsa benzetilmesinden kaynaklanır. Dikkat edilecek olursa "küfr" [= karanlık] ve "nûr" [= aydınlık] kelimeleri renk veya. ışık itibarıyla metinde birbirine zıt kavramlar olarak yer almaktadırlar (tezat). Beyitte yer alan diğer zıt kavramlar ise "zâhid" [= sofu, dindar kimse] ve "râhib" [= rahip, ruhban] ile "mescid" [= namaz kılınan yer] ve "büt-hâne" [= içinde heykeller bulunan tapmak, kilise] ibareleridir. Rahip ve zahitler hayat tarzı itibarıyla kendilerini dine adamış ve dış etkilere büyük ölçüde kapalı yaşayan insanlardır. Şair sevgilinin güzellik bakımından çevresinde oluşturduğu etkiyi çarpıcı bir örnekle gösterme amacıyla bu tipleri seçmiştir. Dikkat edilecek olursa zahit sevgilinin saçının küfrünü görünce mescitten "yâhâ" [= yehho. Hristiyanların savaş yahut şenlik sırasında attıkları nara veya çığlık] demekte, rahip ise onun yüzünün nurunu görünce kiliseden "yâ Hû!" [= Aman yâ Rabbü] diyerek her ikisi de dinlerinden çıkmaktadırlar. Bu ibarede geçen âşık olup aşkı uğrunda dinden çıkma hâli, Feridüddin Attâr'ın Mantıku't-tayr’ında geçen Şeyh San'an hikâyesine kadar uzanan ve aşktaki samimiyeti göstermek bakımından şairler ta rafından pek çok yorumlara sahne olan bir motiften kaynaklanmaktadır. 
6 - Beyitte geçen "âteş-i Mûsî" [= Musa'nın ateşi] ibaresi ile, Medyen'den Mısır'a yolculuğu sırasında ailesine ateş aramakta olan Hz. Musa'ya bir ağaçtan görünen ışığa işaret edilmektedir. Bu ateş bir bakıma Allah'ın Hz. Musa'ya bir tecellisi idi. İşte Şeyhî sevgilinin kırmızı yanağını, Allah'ın böylesine olağanüstü bir tecellisine benzeterek insanı yüceltmekte ve övmektedir. Aynı şekilde Hz. İsa'nın henüz beşikte bir bebekken konuşması ve daha sonra kendisinden ümit kesilen hastalara dudağı veya nefesi ile şifa ve hayat vermesine bir ima olmak üzere; bir tek güzel sözü yahut öpücüğüyle, ölmekte olan âşıkların canına can katan sevgilinin dudağı, "mu'ciz-i 'Îsî" [= İsa'nın mucizesi] olarak vasıflandırılmış. Yine İslâmî inanca göre beden güzelliği itibarıyla en mükemmel yaratılan insan Hz. Yusuf, ahlâk güzelliği itibarıyla ise en güzel insan Hz. Muhammed'dir. Şair bu bakımdan sevgilisinin beden güzelliğini Hz. Yusuf’a, "hû" [= huy] güzelliğini ise Hz. Muhammed'e benzetmektedir. Dikkat edilecek olursa şair, insanlık tarihi boyunca dünyaya gelen en üstün insanlar olarak kabul edilen peygamberlerden her birinin en belirgin mucize ve özelliğini seçerek sevgiliyi yani övmekte olduğu mükemmel "insan"ı tarif ve tasvir etmektedir. 
7 - Eski işret ve eğlence meclisleri özellikle bahar geldiğinde gül bahçelerinde kurulduğundan şairler "gülşen" [= gül bahçesi], saki, sürahi, kadeh gibi işret unsurlarını hemen daima böyle bir fon üzerine yerleştirirler. Bu husus minyatür sanatına da hemen aynı çizgilerle yansımıştır (bk. res. 87). Sultanlar, yüksek devlet mensupları yahut zenginlerin tertip ettikleri bu meclislere şairler de katılıyorlar ve işret ile birlikte şiirler okunup saz heyetleri eşliğinde eğleniliyordu. Şeyhî bu mahlas beytinde böyle bir işret sahnesi oluşturmakta ve eline kadeh alıp sevgiliyi -ki bu gazelin sunulduğu kimseyi kastetmektedir- methettiğinde sürahinin "kul kul" [= söyle söyle], "fâhte"nin [= üveyik] ise "gû gû" [= söyle söyle] diyeceğini iddia etmektedir. Arapçada "kul", Farsçada ise "gû" 'söyle' demektir. Görüldüğü üzere şair sürahi ve kuşların sevgiliyi övme hususunda kendisini teşvik ettiklerini iddia etekte ve onların çıkarttıkları sesleri duruma uygun şekilde yorumlayarak (hüsnütalil), güzeli övme konusunda kendisini teşvik ettiklerim göstermeye çalışmaktadır. Gerek müzelerdeki eserlerden (bk. res. 10,253) gerekse minyatürlerdeki işret tasvirlerinde görülen çizimlerden (bk. res. 11) anlaşıldığına göre, o devirde yaygın olarak kullanılan sürahi modeli ince ve uzun boğazlı olarak üretildiğinden; şairler bunlardan su yahut şarap vb. bir sıvı boşaltılırken çıkan sesi "kul kul" olarak yorumlamışlardır. Hemen şunu ilave etmelidir ki burada geçen "Şeyhî eline kadeh alıp seni methetse.." ibaresi, mutlak surette şairin eline şarap kadehi alarak sevgiliyi yahut şiirin sunulduğu kimseyi övmesi anlamında yorumlanmamalıdır. Özellikle mesnevilerde yer alan "âgâz-i dâstân" [= hikâye başlangıcı] kısımlarında, önemli ölçüde dinî mesneviler de dahil hemen her seferinde şairin ele kadeh alarak yeni bir destana başlamak için Allahtan yardım istemesi vb. ifadelerden anlaşıldığına göre buradaki "ele câm alma" tabiri, aşk yahut coşku ile yeni bir hikâyeye başlamak yahut bir kimseyi aşk ve şevk ile övmeye başlamak anlamında sembolik bir ifadedir. Nitekim aynı motif halk edebi yatında, âşıkların rüyalarında kendilerine dolu sunulmasından sonra şiirler söylemeye başlamaları şeklinde görülür.

Kaynak: Ahmet Atilla Şentürk, Osmanlı Şiiri Antolojisi

Yorumlar