Su Kasîdesi [Fuzûlî]

Takdim: Eski edebiyatımız Hz. Peygamber için yazılmış binlerce beyit ve müstakil eserle süslüdür. Bu edebiyatın önemli bir kısmında güzel deyince, dilber deyince, sevgili deyince neredeyse hep ilk akla gelen odur. Asr-i Saadet'te Hassan bin Sabit ve Ka'b ibni Züheyr'in kasidelerinden başlamak üzere Arap, İran ve Türk edebiyatlarında onun için nazmedilen bütün eserlerde ona duyulan özlem ve aşk dile getirilmiştir. Türk edebiyatındaki naatler arasında onu "suyun hararetle aradığı, kapısına ulaşmaya çalıştığı sevgili" olarak tasvir eden bir tanesi vardır ki asırlar boyunca zevkle okunmuş ve hâlâ da okunmaktadır. Kasidelerin 'nesîb' yahut 'teşbîb' denen başlangıç bölümlerinde, şairlerin gerek şiir sanatındaki kudretlerini göstermek, gerekse methedecekleri şahsın övgüsüne güçlü ve etkili bir üslûpla başlamaya zemin hazırlamak üzere bir tabiat yahut güzel tasviri ile başlamaları edebî bir gelenektir. Ancak bizim edebiyatımızda pek çok örneği görüldüğü üz...

Kaside Der Vasf-ı İstanbul ve Sitâyiş-i İbrahim Paşa [Nedîm]


Sadrazam İbrahim Paşa'nın Övgüsü İçin İstanbul Vasfında Yazılan Kaside

1 Bu şehr-i Sitanbul ki bî-misl ü behâdur 

Bir sengine yekpâre 'Acem mülki fedâdur

Bir benzeri daha bulunamayan ve değeri ölçülemeyen bu İstanbul şehrinin bir taşına baştan başa İran ülkesi feda olsa yeridir.


2 Bir gevher-i yektâdur iki bahr arasında 

Hurşîd-i cihân-tâb ile tartılsa sezâdur

[İstanbul] iki deniz arasında eşsiz bir incidir. Cihanı aydınlatan güneşle tartılsa lâyıktır.


3 Bir kân-i ni'amdur ki anun gevheri ikbâl 

Bir bâg-i İremdür ki gülü 'izz ü 'alâdur

[İstanbul] cehveri talih olan bir nimetler ocağıdır. Gülü yücelik, şan ve şeref olan bir İrem bahçesidir.


4 Altında mı üstünde midür cennet-i a'lâ 

El-hak bu ne hâlet bu ne hoş âb ü hevâdur

Yüce cennet [İstanbul'un] altında mı yoksa üstünde midir? Gerçekten bu ne hâl, bu ne hoş su ve havadır!


5 Her bağçesi bir çemenistân-i letâfet 

Her kûşesi bir meclis-i pür-feyz ü safâdur

[İstanbul'un] her bahçesi bir letafet çimenliği, her köşesi feyiz ve safa ile dolu bir meclistir.


6 İnsâf degüldür anı dünyâya değişmek 

Gülzârların cennete teşbih hatâdur

Onu dünyaya değişmek insaf değildir. [İstanbul'un] gül bahçelerini cennete benzetmek hatadır.


7 Herkes irişür anda murâdına anunçün 

Dergâhları melce-i erbâb-i recâdur

[İstanbul'un] dergâhları dilek sahiplerinin sığmağı olduğundan, herkes orada dileğine kavuşur.


8 Kâlâ-yı me'ârif satılur sûklarında 

Bâzâr-i hüner ma'den-i 'ilm ü ulemâdur

[İstanbul] çarşılarında irfan kumaşı satılan bir hüner pazarı, bir ilim ve âlimler ocağıdır.


9 Câmi'lerinün her biri bir kûh-i tecellî 

Ebrû-yi melek andaki mihrâb-i du'âdur

Camilerinin her biri bir tecelli dağı, onlardaki dua mihrabı ise [birer] melek kaşıdır.


10 Mescidlerinün her biri bir lücce-i envâr 

Kandilleri meh gibi leb-rîz-i ziyâdur

[İstanbul] mescitlerinin her biri bir nur okyanusu, [mescitlerin] kandilleri ise ay gibi ağzına kadar ışıkla doludur.


11 Ser-çeşmeleri olmada insâna revân-bahş 

Germâbeleri câna safâ cisme şifâdur

[İstanbul'un] çeşmeleri insana ruh bağışlamaktadır. Hamamları cana safa, cisme şifadır.


12 Hep halkınun etvârı pesendîde vü makbûl 

Dirler ki bir âz dilberi bî-mihr ü vefâdur

[İstanbul] halkının hareketleri daima hoşa giden ve makbul davranışlardır. [Fakat] dilberleri biraz merhametsiz ve vefasızdır derler.


13 Şimdi yapılan 'âlem-i nev-resm-i safânun 

Evsâfı hele başka kitâb olsa sezâdur

Hele şimdi yapıları yeni şekil eğlence âleminin vasıfları, başlı başınca bir kitap olsa yeridir.


14 Nâmı gibi olmuşdur o hem sa'd hem âbâd 

İstanbula sermâye-i fahr olsa revâdur

[Sâdâbâd] ismi gibi hem "uğurlu" hem "mamur" olmuştur. İstanbul'a iftihar vesilesi olsa lâyıktır.


15 Kühsârları bâgları kasrları hep 

Gûyâ ki bütün şevk ü tarab zevk ü safâdur

[Sâdâbâd'ın] dağları, bahçeleri ve kasırları sanki tamamiyle şevk, şenlik, zevk ve safadır.


16 İstanbulun evâfını mümkin mi beyân hîç 

Maksûd hemân sadr-i kerem-kâra senâdur

İstanbul'un vasıflarını ifade etmek hiç mümkün olur mu? [Bu kasideyi yazmaktan] amaç sadece kerem sahibi sadrazamı övmektir.


17 Dâmâd-i güzîn şeh-i zî-şân-i felek-câh 

Fahrü'l-vüzerâ Âsaf-i ferhunde-likâdur

[İbrahim Paşa] seçkin bir damat, makamı felek [mertebesinde] olan şanlı bir sadrazam, vezirlerin övüncü, karşılaşması uğur getiren bir Âsaftır.


18 Hem-nâm-i Halîl olmag ile zât-i şerîfi 

Ahdinde cihân pür-ni'am-i cûd u sehâdur

Şerefli zatı Halil [İbrahim Peygamber] ile aynı isimde olduğundan, onun devrinde dünya cömertliğin nimetleri ile dolmuştur.


19 Devşirmededür saçdığı ihsânı şeb ü rûz 

Pîr-i feleğün anun içün kaddi dü-tâdur

Gece ve gündüz onun saçtığı ihsanları toplamakta oludugu için ihtiyar feleğin boyu iki kat olmuştur.


20 Bîm-i ser-i şemşîr-i dirahşân-güherinden 

Sîmâ-yi ehâlî-i sitem kâh-rübâdur

Cevheri parlayan kılıcının baş korkusundan, zulüm ehli olanların yüzleri kehribar gibi [sapsarı] olmuştur.


21 Hâtem-sıfatâ tab' ü dil ü dest-i kerîmün 

Deryâ-yı himem kân-i kerem ebr-i 'atâdur

Ey Hâtem sıfatlı! Senin tabiatın, gönlün ve cömert elin; himmet denizi, cömertlik ocağı ve ihsan bu-lutudur.


22 Feyz-i eser-i sâgar-i dest-i keremünden 

Şahs-i felegün çihresi yâkût-nümâdur

Cömertlik elinin kadehinin tesiri coşkusundan, feleğin çehresi yakut [gibi kırmızı] görünmektedir.


23 Ey sadr-i kerem-kâr ki dergâh-i refî'ün 

Erbâb-i dile kıble-i ümmîd ü recâdur

Ey kerem sahibi sadrazam! Senin yüce dergâhın gönül ehline ümit ve rica kıblesidir.


24 Sensin o cihân-sadr-i felek-pâye ki dâim 

Dergâhuna ikbâl ü şeref perde-güşâdur

Sen öyle bir felek payeli cihan sadrazamısın ki dergâhına ikbal ve şeref perdedarlık ederler.


25 'İydun ola ikbâl ü se'âdetle mübârek 

Günden güne ikbâlün ola gün gibi zâhir

Bayramın ikbal ve saadetle mübarek olsun. Talihin günden güne güneş gibi zahir olsun.


26 Sadrunda seni eyleye Hak dâim ü sâbit 

Hep âlemün itdükleri şimdi bu dü'âdur

Şimdi bütün insanların ettikleri şu duadır: "Allah seni sadaret makamında devamlı ve sabit eylesin".


27 Ey sadr-i cihân-bân ide Hak devletün efzûn 

Kim devletün erbâb-i dile lütf-i Hudâdur

Ey cihanı gözeten sadrazam! Allah devletini artırsın. Çünkü senin devletin gönül erbabına Allah'ın bir lütfudur.


28 Ez-cümle Nedîmâ kulun ey âsaf-i devrân 

Müstagrak-i lütf ü kerem ü cûd ü atâdur

Ey zamanın Âsafı bunlardan Nedim kulun lütuf, kerem, cömertlik ve ihsanlara gark olmuştur.


Şerh:

1 - Sultan III. Ahmed ve sadrazamı Damad İbrahim Paşa zamanında yaşanan uzun barış döneminde İstanbul, özellikle Beşiktaş, Fındıklı, Cağaloğlu, Vefa ve Kâğıthane semtlerinde inşa edilen birbirinden güzel saray, konak ve kasırlarla bezenmiş, çeşmeler, su bentleri ve lâle bahçeleri ile donanmış; yazın lâle eğlenceleri, kış geceleri helva sohbetleriyle bir zevk ve neşe şehri hâline gelmişti. Öyle ki bu devrede İran'ın güzelliği ve eğlenceleri ile meşhur İsfahan'daki Çâr-bâğ'ı yahut efsanevî Kasr-i Şîrîn'i, eşsiz Hâvernâk Köşkü yahut Rükn-âbâd suyu Türk şairlerince küçümsenmeye başlanmıştı. Nedim'in meşhur kasidesinin matla beytindeki bu ifade de bu tavrın bir tezahürüdür. Acem mülkü olan İran İstanbul ile karşılaştırılmakta ve bütün bu ülkenin İstanbul'un bir taşı kadar dahi değer taşımadığı (mübalâğa) ifade edilmektedir. Şair aynı zamanda bu ifadesiyle âdeta, günümüzde de yaygın olarak kullanılan "İstanbul'un taşı toprağı altın" sözüne işarette bulunmaktadır. İran'daki otorite boşluğu sonucu İran topraklarım işgale başlayan Afganlılara müdahale eden Ruslar'ın ele geçirdikleri Derbend ve Bakü'nün, eski toprakları olduğu hâlde İran tarafından zaptedildiği gerekçesiyle kendilerine verilmesi yolunda Afganlılardan gelen talebe karşılık; Rusların itirazı üzerine bir mesele çıkmaması için Osmanlı Devleti pasif kalmayı tercih etmişti [h. 1136 / m. Haziran 1724]. Gerçi Gence, Tebriz, Karabağ, Nahcivan ve Revan Osmanlı'da kalacaktı fakat bu iki şehir bütün ısrarlara rağmen alınamadı. Tam bir telif tarihi tespit edilememekle beraber Sâdâbad Kasrı'nın 1723 senesi başında biten inşaatından sonra yazıldığı muhakkak olan Nedim'in kasidesinin böyle ifade ile başlaması, aynı zamanda İbrahim Paşa'ya bu konuda bir teselli ifadesi gibi görünmektedir.

2 - İstanbul şehri bu beyitte iki deniz arasında bulunan ve benzeri olmayan bir inciye benzetilmiştir. Şair bu ifadesi ile coğrafî bir gerçeği dile getirirken aynı zamanda çok ustaca bir de söz oyunu gerçekleştirerek dünyada en güzel incilerin çıkarıldığı ülke olan "Bahreyn"e de imada bulunmaktadır (iham). Çünkü Arapçada "bahr" deniz, "bahreyn" ise "iki deniz" yani "iki bahr" demektir, inci kuyumcular tarafından tartılarak satılır. Buradaki tartmanın diğer anlamları da "denklik", "bedel kılmak" ve "mukayese etmek"tir. Buna göre İstanbul şehri parlaklık itibarıyla ancak cihana aydınlık veren güneş ile karşılaştırılabilecek yahut ölçülebilecek bir incidir. Eski simya bilgisine göre güneşin yeryüzünde altının oluşmasına sebep olduğuna inanıldığından, şairin bu ifadesi ile aynı zamanda İstanbul'u altının kaynağı olan bir gök cismi ile kıyaslamaya lâyık gördüğü anlaşılır.

3 - "Kân" değerli maden ve taşların çıkarıldığı ocaklara denir. "Ni'met" ise iyilik ve ihsan demektir. Bu beyitte istanbul, içinden "ikbal" mücevherlerinin çıkarıldığı bir nimetler ocağı olarak düşünülmektedir (teşbih), "ikbâl" işlerin yolunda gitmesi talihin uygun düşmesi demektir, ikinci mısrada ise İstanbul bu defa İrem bahçesine benzetilmektedir. "İrem" Şeddad tarafından yeryüzünde cenneti yaratma iddiası ile kurulan bir bahçenin ismi olup edebî metinlerde daha çok "cennet" anlamında kullanılır. Dolayısıyla ikinci beyitte İstanbul, içinde bulunanlara şan ve şeref gülleri açan cennet misali bir bahçe olarak düşünülmektedir (teşbih). Gerçekten de çoğu esir olarak İstanbul'a getirilen nice gençler bu şehirde gerek kabiliyetlerinin yeterliği gerekse talihlerinin uygun düşmesi sonucu dünyanın en büyük devletinin en önemli mevkilerine gelebiliyor ve soyca hiçbir üstünlükleri yokken en güçlü makamları, şan ve şerefi elde edebiliyorlardı.

4 - Bazı şehirleri yüceltme amacıyla cennetin filan şehrin üzerinde yahut altında olduğu şeklinde geliştirilen ve bir kısmının hadis olduğu iddia edilen sözlere işaret olmak üzere Nedîm aynı soruyu İstanbul için sormakta, bir şehrin bu kadar hoş havası ve suyu olmasını ancak cennet ile bir ilişkisi olması sebebine bağlamaktadır.

5 - Bu devir İstanbul'u birbirinden güzel, son derece değerli lâle ve çiçeklerle süslenen bahçeleri ve bu bahçelerde düzenlenen sohbet ve eğlence meclisleri ile meşhur olmuştu. Şairin "feyiz" dolu meclis ile kastettiği ilmî meclislerdir. Oldukça iyi tahsil görmüş bulunan Sadrazam İbrahim Paşa ilim ve fikir adamlarını sık sık toplayıp onlara münazara ettirir, zaman zaman kendisi de fikrini söyleyerek bu ilmî münakaşalara iştirak ederdi. Aynı şekilde tarihe aşırı merakı olan paşa tercüme heyetleri kurdurarak önemli gördüğü tarih kitaplarını ve bu arada Aristo'nun bazı eserlerini Türkçeye tercüme ettiriyor, üst seviyedeki bu devlet teşviki ilmî sahada her tabakada bir hareket ve canlılık oluşturuyordu. Diğer taraftan kendisi de iyi bir şair ve hattat olan Sultan III. Ahmed de bütün ilim adamlarını olduğu kadar sanatkârları da himaye ediyordu. Bahar geldiğinde sadrazamı ve diğer damatları ile Beşiktaş yalısına gider, mevsime ve rağbete göre değişebilen bu eğlence yerlerine şeyhülislâmdan bütün diğer devlet erkânına kadar herkes davet edilir, safa sürülürdü, İstanbul halkının kalburüstü tabakaları da sarayı taklit yoluyla kendilerine göre eğlenceler tertip ettiklerinden İstanbul bu devirde tam bir safa şehri hâline gelmişti.

6 - İlk beyitte İstanbul'un bir taşı ile İran ülkesini karşılaştıran ve İstanbul'un taşını üstün gören şair bu defa da onu bütün dünyadan üstün görmekte, dünya ile değiştirilmesinin akıl kârı olmadığını ifade etmektedir, ikinci mısradaki "İstanbul'un gül bahçelerini cennete benzetmek hatadır" sözü eğer "İstanbul'un bahçeleri cennetin bahçelerinden daha güzeldir, bu sebepten benzetme yapılması dahi yanlıştır" anlamında söylenmişse bu küfür olur ve dinen bu sözü sarf edenin cezalandırılması gerekir. Ancak bu söz aynı zamanda "İstanbul'un bahçeleri her ne kadar çok güzel ise de bunların cennet bahçeleri ile karşılaştırılması doğru olmaz. Çünkü cennet bahçeleri insanın hayal edemeyeceği kadar güzeldir" şeklinde de yorumlanabileceğinden söz sahibini ciddî bir itham hâlinde kurtarabilecek bir yapıda sarf edildiğinden, eski hukuka göre suç oluşturmamaktadır. Şairler hiçbir konuda taviz vermeyen, üstelik dilin inceliklerinden anlamayan kaba sofu kimseleri öfkelendirmek için sık sık bu gibi tehlikeli ifadeler kullanmayı âdet hâline getirmişlerdi.

7 - Asıl anlamı "kapı önü" demek olan "der-gâh" kelimesi burada iki anlama gelecek şekilde (tevriye) kullanılmıştır. Birinci anlamı -başta padişahın bir adı da "dergâh-i âlî" olan sarayı olmak üzere- devlet ileri gelenlerinin insanların ihtiyaçlarına cevap veren daireleri, diğer anlamı da Allah'a daha fazla yakınlaşma ümidinde olanların bağlandıkları tarikat merkezleri durumunda bulunan tekkelerdir. Aynı şekilde "recâ" kelimesinin bir anlamı günümüzde kullanıldığı gibi maddî "istek ve dilek", diğer anlamı ise Allah'tan bir şey "ümit etmek"tir. İstanbul'da yaşayan yahut ihtiyaçları için bu şehre gelen insanlar, her konuda merkez durumunda bulunan devlet dairelerine müracaat ederek işlerini yoluna koydukları gibi, büyük tarikat merkezleri ve evliya türbeleri ile dolu olan bu kent aynı zamanda türlü ihtiyaçlar için manevî yardım talep edilen, adaklar adanan birçok dinî merkeze sahipti.

8 - İstanbul Sahn, Süleymaniye ve Ayasofya gibi devletin en büyük ilim merkezleri durumunda bulunan medreseler ile büyük tarikat merkezlerini de bünyesinde toplayan bir şehir durumunda bulunduğundan şair bu şehri ilim ve irfan kumaşı satılan bir çarşıya benzetiyor. Gerçekten de devletin her köşesinden ilim öğrenmek isteyen başarılı gençler İstanbul'a gelerek şehrin medreselerinden âdeta ilim ve irfan kumaşları alarak donanırlardı. "Hüner" hat, minyatür, çini, cilt vb. bütün güzel sanat şubelerini kasteden bir tabirdir. Gerçekten de imparatorlukta güzel sanatlarda mevcut en usta sanatçılar bu şehirde bulunduklarından yahut bu şehre gelip kendilerini ispat ederek yükselme imkânı bulduklarından bu şehrin bir "hüner pazarı" olması tabiri çok yerinde ve mübalâğasız bir ifadedir. Maden ocağından değerli mücevherler çıkması gibi İstanbul'un medreselerinden sürekli ilim adamları yetiştiğinden bu şehir bir ilim ve bilginler madenine benzetilmiştir.

9 - Hz. Muhammed'e Cebrail'in Hira dağında gelmesi, Hz. Musa'ya nurlu ağacın Tür dağında görünmesi gibi peygamberlere zuhur eden ilahî tecelliler hemen daima bir dağda gerçekleştiğinden edebiyatta bir yücelik ve kudsiyet ifadesi için "kûh-i tecellî" [= ilâhî zuhuratın gerçekleştiği dağ] tabiri geliştirilmiştir. Şair İstanbul şehrindeki Süleymaniye, Ayasofya vb. büyük camileri kastederek bunların her birini ilâhî tecellilerin gerçekleştiği birer dağa benzetmektedir. Camilerde yer alan ve şekil itibarıyla bir kaşı andıran mihrapları ise bu dağlara Allah tarafından gönderilen meleklerin kaşı olarak düşünülmüştür.

10 - Bu defa da şehrin mescitleri tasvir edilerek bunların her biri bir nur okyanusuna benzetilmektedir (mübalâğa). Buradaki "envâr" [= nurlar] kelimesi hem maddî hem de manevî anlamda kullanılmıştır (tevriye). Allah'a ibadet edilen bu mekânların manevî nurlarla dolu olduğu ifade edilmiş; aynı zamanda zeytinyağı kandili ile aydınlanan bu mabetler o günün imkânlarıyla belki geceleri şehrin mahalle aralarındaki en aydınlık noktalan olduğundan nur okyanusuna benzetilmişlerdir. Şair ayrıca bu kandillerin her birini ay gibi ışık ile "leb-rîz" [= ağzına kadar dolmuş] olarak tarif etmektedir. Günümüzde ampul yerleştirilerek kullanılan bu kandillerin içine eskiden zeytinyağı konur ve metal bağlantılar arasından geçirilen pamuk fitilleri her akşam namazından önce görevliler tarafından yakılarak mabetler ibadete hazırlanırdı. Yukarıda duran kandil alevi içindeki yağın seviyesine göre aşağıya doğru ışığı büyüteç gibi yayarak mekânı aydınlatırdı. Şair kandilin içinde yandıkça değişen yağ seviyesi ile ayın günden güne artan veya azalan ışığı arasında bir benzerlik kurarak kandillerin her birini aya benzetmektedir.

11 - Lâle Devri'nin en dikkat çekici özelliklerinden birisi de İstanbul'un her köşesine birbirinden güzel çeşmeler inşa edilmesi olmuştur. Padişah ve sadrazam başta olmak üzere bütün devlet ileri gelenleri isimlerim yaşatacak birer çeşme inşa ettiriyor, şairler bu çeşmelere tarihler düşürüyorlar ve şehir birbirinden güzel eserlerle ayrı bir çehreye bürünüyordu. ilk mısrada geçen "revân" kelimesinin biri "ruh", diğeri "akma" olmak üzere iki anlamı olmakla beraber, kelime burada ilk anlamıyla kullanılmıştır. Yani çeşmelerin güzelliği insana ruh bağışlamakta yahut canına can katmaktadır. Su ve "akma" ilişkisi sebebiyle de "revân" kelimesi uzak anlamıyla "çeşme" ile ilişki teşkil edecek bir yapıda kullanılmıştır (iham). Temizlik İslâm dininin âdeta ilk adımını teşkil ettiğinden olmalı, Türkler aynı çağdaki diğer milletlere nazaran yıkanmaya aşırı bir önem vermişler ve hamam gündelik hayatın sabah namazından da önce gelen bir safhasını oluşturmuştur. Nedîm istanbul'un güzelliklerini ve özellikle su kültürü ile ilgili unsurlarını sıralarken, şehrin Türkler tarafından fethinden sonra her köşesini saran bu yapılarını da ayrıca zikretmektedir. Şairin İstanbul hamamları ile ilgili olarak biri "cana safa" diğeri de "cisme şifa" olmak üzere iki özellik sıraladığı görülmektedir. Hamamın cana safa olması, buraların aynı zamanda birer sohbet ve eğlence merkezi gibi kullanılmasından kaynaklanmaktadır. Özellikle kadınlar açısından hamamlar, yemeli içmeli eğlencelerin düzenlendiği, günün önemli bir kısmını işgal eden mekânlardı. Hamamların cisme şifa olması ise temizlik ve sıhhat ilişkisinden kaynaklanmalıdır.

12 - İstanbul gerek payitaht olması gerekse bir ilim ve kültür merkezi bulunması sebebiyle diğer şehirlerden daha farklı bir insan mozayiğine sahip bulunuyordu. O devirde günümüzde olduğu gibi herkes elini kolunu sallayarak bu şehre gelemediğinden şehrin nezih bir insan dokusu olduğu muhakkaktır. Hatta yakın zamana kadar İstanbullu olmak, görgülü ve zarif insan olmakla eş anlamlı bir tabir gibiydi. Nedîm şehir halkının bu durumuna işaret ederken sözü şehrin güzellerine çevirmekte, şehrin güzellerinin şefkatten merhametten uzak ve vefasız olduklarını ifade etmektedir. Osmanlıca lügatlerde "mihr" sevgi ve aşk anlamında geçmekle birlikte edebî metinlerde burada olduğu gibi şefkat ve merhamet anlamında çokça kullanılan bir kelimedir.

13 - Kasidenin başından beri tamamen İstanbul'dan bahseden şair burada konuyu daha ince bir ayrıntıya getirmektedir. Beyitteki "âlem" kelimesi hem "eğlence meclisi" hem de "dünya, dünyadan bir mekân" anlamlarına gelecek şekilde kullanılmıştır (tevriye). Gerek Sultan III. Ahmed gerekse Sadrazam ibrahim Paşa eğlenceye, zevk ve safaya düşkün insanlar olduklarından, devrin zarifleri onların bu mizaçlarına uygun düşecek ve hoşlarına gidecek yeni yeni buluşlar oluşturuyorlar ve istanbul'un eğlence âlemi o güne kadar görmediği yeniliklerle karşılaşıyordu. Geceleri lâle bahçelerinde düzenlenen eğlencelerde ağaçların kandillerle donatılması yahut kaplumbağaların üzerlerine mumlar dikilerek çimenlerin üzerine salıverilmeleri gibi şeyler daha önceleri pek bilinmediğinden şair bu gibi hususları kastetmektedir. "Âlem" kelimesinin diğer anlamıyla da bu devrin eğlence mekânlarının odağı hâline gelen "Sâdâbad" kastedilmektedir. Buradaki meşhur Sadâbâd kasrının inşaatına 27 Mayıs 1722'de başlanmış ve yedi aylık çok yoğun bir çalışmayla aynı yıl sonunda bitirilmişti. Çevre düzenlemeleri kısa zamanda tamamlanarak burası yepyeni bir âlem hâline getirilmişti. Ardından şair bu devrin eğlencelerinin böyle birkaç beyte sığdınlamayacağım, anlatılmasının bir kitap tutacak kadar uzun olacağını ifade etmiştir. Gerçekten de bu devirde meselâ Sultan'm dört şehzadesinin sünneti ve üç kızının nikâhı sebebiyle düzenlenen düğün eğlenceleri Seyyid Vehbî tarafından büyük bir kitap teşkil edecek şekilde kaleme alınarak Sûr-nâme adıyla bir eser oluşturulduğu düşünülecek olursa bu sözün bir mübalâğa olmadığı kolayca anlaşılır.

14 - Bu beyitte de yukarıda ima edilen Sâdâbâd kastedilerek, bu ismi oluşturan iki kelime hakkında bir yorum geliştirilmektedir. Nedim'e göre Sâdâbâd hem "sa'd" [= uğurlu] hem de "âbâd" [= mamur] olmuştur. Bu haliyle İstanbul için bir övünç kaynağı olsa yeridir. Tabii aradan geçen zaman bu yorumlardan ilkinin hiç de doğru olmadığını, bu "âlem"in büyük bir uğursuzluk ve fitneye sebep olacağını gösterecektir.

15 - Bilindiği üzere Kâğıthane deresinin iki tarafı tepelerle çevrili olup Sâdâbâd diye adlandırılan semt bu tepelerin yamacında ve su kenarında inşa edilen birbirinden güzel kasır ve köşklerden oluşuyordu. Özellikle Sâdâbâd Kasrı'nın inşaatının yedi ay gibi kısa zamanda bitirilmesi üzerine İbrahim Paşa padişahı buraya davet etmiş, ardından bir ferman yazılarak civar arazilerin bağ ve bahçe hâline getirilmek ve derhâl ağaçlandırılmak şartıyla devlet ricaline taksim edilmesi ve böylece çevrenin kısa zamanda güzelleştirilmesi sağlanmıştı. Devletin ileri gelenleri tarafından büyük masraflar edilerek düzenlenen bu bahçelerin her birinde güçlü bir ihtimalle ayrı ayrı fasıl ve eğlenceler tertip ediliyor, söz konusu tepelerden şevk ve tarab sesleri yankılanıyordu. Şairin kastettiği husus böyle bir manzaradan ibaret olsa gerektir.

16 - Kasidenin "gürizgâh"ını oluşturan bu beyitle şair İstanbul'un güzelliklerinin sayılarak bitirilemeyeceğini ifade ederek, diğer şairlerde âdet olan uygun bir sebep düşürme külfetine girmeden, kendisine has bir üslûpla ve teklifsizce paşanın övgüsüne geçmektedir.

17 - Aslen İzdin (Zeytin) voyvodası Ali Ağa'nın oğlu olan İbrahim Paşa daha sonra kendisi tarafından imar edilerek Nevşehir adı verilen Muşkara köyünde doğmuştur. Saraya alınıp baltacı ocağına verilmiş ve Sultan III. Ahmed'in şehzadeliği sırasında hizmetinde bulunmuştu, İbrahim Paşa padişahın Varadin'de şehit düşen damadı Ali Paşa ile henüz zifafa giremeyen kızı Fatma Sultan ile evlendirilerek padişaha damat ve kısa zaman sonra da sadrazam oldu. Nedim'in paşaya "dâmâd-i güzîn" demesi padişahın yine devlet ricalinden olan diğer damatları arasında en azından sadrazam olmak hasebiyle müstesna bir yer işgal etmesi sebebiyledir. Esas itibarıyla padişah anlamında kullanılan "şeh" kelimesinin edebî metinlerde zaman zaman burada olduğu gibi sadrazamlar ve ileri gelen devlet büyükleri hakkında da kullanıldığı görülmektedir. İkinci mısradaki "lika" kelimesinin hem "yüz" hem de "karşılaşma" anlamı vardır. Bazı insanlar ile karşılaşmanın uğur yahut uğursuzluk getirdiği inancı günümüzde de süregelen itikatlardandır. Burada paşa yüzünün görülmesi yahut karşılaşılması insana uğur getiren bir husus olarak tarif edilmektedir. Bilindiği üzere "Âsaf" aslında Süleyman Peygamber'in meşhur vezirinin ismi olup daha sonra edebiyatta başarılı vezirler sürekli ona benzetildiklerinden artık Âsaf kelimesi "vezir" ile eş anlamlı hâle gelmiştir (istiare).

18 - Günümüzde de "Halil İbrahim sofrası" olarak anılan Hz. İbrahim'in sofrası sürekli olarak açık bulunması ve gelen geçen herkesi doyurması ile meşhur olup bu peygamber edebiyatta cömertlik sembolü hâline gelmiştir. Şair burada Damat İbrahim Paşa ile Hz. İbrahim arasında bir ilişki kurarak bu isim benzerliği sebebiyle paşanın sadareti zamanında cihanın onun cömertliğinin nimetleri ile dolduğunu ifade etmektedir, ikinci mısradaki "cûd" ve "sehâ" her ikisi de cömertlik anlamında olup ifadeyi pekiştirme ve metne bir ahenk verme amacıyla art arda kullanılmışlardır.

19 - Felek sürekli döndüğü ve kâinat yaratıldığından beri var olduğu için eski insanların muhayyilesinde çok yaşlı ve kamburu çıkmış bir ihtiyar olarak yer etmiştir. Hatta günümüzde de kaderine ve talihine kızanlar "kambur felek" diye serzenişte bulunurlar. Bu beyitte Nedîm feleğin kamburluğuna şairane bir sebep getirmektedir (hüsnütalil). Şaire göre felek yaşlılıktan değil, sürekli olarak paşanın saçtığı nimetleri toplamakla meşgul olduğundan dolayı kambur görünmektedir. Boyu "dü-tâ" [= iki kat] olmak aşırı derecede kambur olmak yahut eğilmekten kinaye bir tabirdir.

20 - Edebî metinlerde kılıcın "güheri" [= cevheri] ile daha çok iki husus kastedilir. Bunlardan birincisi çeliğinin kalitesidir. Çeliğe su verilme tekniği ile elde edilen sertlik ve kırılmayacak şekilde bir esneklik kılıç için en önemli husustur. Bazı metinlerde de "cevher-i tiğ" tabiri ile, kılıcın çeliği üzerinde hare şeklinde görünen menevişler kastedilmiştir, ikincisi ise kılıç kabzalarına yerleştirilen değerli taş ve mücevherlerdir. Şairler "gevher-i tîg" [= kılıcın cevheri] tabirini kullanırken ibareyi metne bu iki manayı da içine alacak şekilde yerleştirmeye özen gösterirler. "Dirahşân" parlak demek olup bununla kılıcın kabzasındaki mücevherlerin yahut da kılıcın çeliğinin parlaklığı kastedilmektedir. "Bîm-i ser" kelleyi kaybetme korkusu, "sitem" ise zulüm demektir. Şairin ifadesine ve iddiasına göre paşa zalimlere karşı öylesine acımasızdır ki onun sadareti zamanında zulmedenlerin yüzleri, kılıcının korkusundan kehribar gibi sapsarı kesilmiştir. Bilindiği gibi "keh-rübâ" [= kehribar] tarih öncesi çağlardan kalma bir çeşit sarı renkli reçine maddesi olup içinde bazen küçük hayvan fosilleri yahut parçalan bulunur. Eskiden uzak mesafede bulunup padişah emriyle başı kesilerek cezalandırılanların kelleleri, payitahta getirilene kadar bozulmasın diye balmumuna konarak padişah tarafından bizzat görülmeleri sağlanırdı. Bu yüzden eski metinlerde kehribar ile korkudan sapsan kesilmiş yüz yahut sararmış kesik baş ilişkisi bu benzerlik sebebiyle çokça kullanılan motiflerdendir.

21 - Bizde daha çok "Hâtem" olarak zikredilen Hâtimü't-Tâî, Hz. Muhammed zamanında yaşadığı fakat onu göremeden vefat ettiği rivayet edilen, cömertliği ile meşhur bir kabile reisidir. Aşırı derecede eliaçık olduğu için edebiyatta cömertliğin sembolü olmuştur. Bu yüzden paşaya "Hâtem-sıfat" [= Hâtem huylu, Hâtem gibi cömert] denmektedir. Ardından paşanın huyu, gönlü ve eli sıralanarak ikinci mısrada bunlar sıra ile "himmet denizi"ne, "cömertlik ocağı"na ve "ihsan bulutu"na benzetilmiş (mürettep leffüneşir). Paşanın gönlünün denize benzetilmesi, denizin asla kir tutmaması ve inci ve mercan gibi değerli mücevherleri dileyenlere cömertçe vermesi sebebiyledir. Tabiatının yani huyunun cömertlik ocağına benzetilmesi yine maden ocaklarının cömertçe içlerinde bulunan değerli madenleri sakınmadan vermelerindendir. Elinin buluta benzetilmesi ise bulutun cömertçe yağmur tanelerini yeryüzüne serpmesi ve toprağı yeşertmesinden dolayıdır. Paşanın dergâhı kapısında toprak gibi bekleşen kullan onun cömertlik bulutunun yağmuru ile ihya olacaklardır...

22 - Şairin ifadesine göre paşanın cömertliği öylesine fazladır ki gökler dahi onun cömert elinin sunduğu kadehin tesiri ile yakut gibi kızarmıştır. Kolayca anlaşılacağı üzere burada gökyüzünün güneşin doğuşu yahut batışı sırasında aldığı kızıllık hakkında hayalî bir yorum geliştirilmektedir. Güya gökyüzü güneşin ufuk seviyesindeyken oluşturduğu kızıl renkten değil de paşanın ona cömertlik eli ile sunduğu kadehin etkisinden yakut gibi kızarmıştır. Burada şair şarap içen kimselerin yüzünün kızarması ile gökyüzünün kızıllığı arasında bir ilişki kurmaktadır.

23 - Yukarıda da geçtiği üzere "dergâh" burada yüksek dereceli devlet büyüklerinin kapıları hakkında kullanılan bir tabirdir. İhsan ve cömertlik sahibi Sadrazam İbrahim Paşa'nın kapısı burada gönül erbabının ümit ve rica kapısı olarak ifade edilmektedir. Beyitteki "erbâb-i dil" [= gönül ehli kimseler] ifadesiyle paşanın sürekli himaye ettiği ve kendilerine cömertçe ihsanlarda bulunduğu şairler kastedilmektedir. Bunların en meşhurları Nedim'den başka Osmanzâde Tâib, Şeyyîd Vehbî, Sâmî, Şâkir, Küçük Çelebizâde Âsim, Râşid ve Nahîfî idiler. İbrahim Paşa'nm her fırsatta kendisine kasideler sunup tarihler düşüren bu şairlere bol bol ihsan ve caizeler verdiği bilinmektedir. Hatta Çelebizâde Âsım, İbrahim Paşa'nın küçük damadı Kethüda Mehmed Paşa'nın helva sohbetine gidişi münasebetiyle kendisine şiirler sunan şairlerin her birine eserlerini gördükten sonra sağlı sollu dirhem ve dinarlar dağıttığını bildirir. Hatta bu şairlerden Seyyid Vehbî, o sırada bir aralık Osmanlıların eline geçen Tebriz'e ve Tarihçi Râşid de Halep'e kadı tayin edildikleri hâlde kısa bir zaman sonra İstanbul'a geri çağırılarak söz konusu sohbet ve eğlencelere iştirak etmeleri sağlanmıştı. Sermayesi söz olan şairler için şiire, edebiyata ve sohbete bu derece rağbet gösteren bir devlet adamının kapısı tabii ki gözlerini ayırmadıkları bir kıble olacaktır.

24 - İbrahim Paşa'yı sadece Osmanlı Devleti'nin değil cihanın sadrazamı olarak gören şair ona "paye" yani rütbe ve derece olarak da felek mertebesini lâyık görmektedir. Eskiden padişahların ve yüksek rütbeli memurların huzurlarına girecek kimselerin sırasını düzenleme ve onları hazırlama işiyle vazifeli memurlara "perde-dâr" denirdi. Burada "ikbal" [= iyi talih] ve "şeref [= yücelik] kavramları sadrazamın sürekli hizmetinde bulunan perdedarları olarak düşünülmüştür (teşhis).

25 - Kasidenin paşaya bir bayram münasebetiyle sunulduğunu gösteren bu beyit, aynı zamanda eserin bitimini haber veren dua faslının da başlangıcıdır.

27 - Yukarıda 23. beyitte ifade edilen "erbâb-i dil" tabiri burada da tekrarlanmaktadır. Nedîm tam bir açık yüreklilikle paşanın şairler için Allah'ın lütfu olduğunu bir kere daha ifade etmektedir.

Günümüz Türkçesi ve Şerh: Ahmet Atilla Şentürk

Yorumlar