Abdâl kelimesi Türkçemizde birbirine muhalif bir çok mânâyı ifade eden bir kelimedir.
Başlıca mânâları ve kullanılışı şöyledir:
A. Tasavvuf ıstılahlarından olan bu kelimenin doğrusu ebdâldır ve bedelin cem'idir. Allah yeryüzünü yedi iklim üzerine yaratmıştır. Bu iklimlerin manevî idâresini birer abdâl marifetiyle idâre etmektedir. Her iklimin işleri, mensûb olduğu semâdan gelir ve buraya o semânın en büyük yıldızının ruhaniyeti bakar. Her iklim abdalı, yani bedeli peygamberlerden birinin kalbleri üzerine bulunurlar. (Bak. İklim.)
Mesnevi şârihi Sarı Abdullah Efendi şu sûrette tarif ediyor: "Ebdâl: Sulehâdan bir kavimdir ki dünya anlardan bir an hâli olmaz. Kaçan anlardan birisi intikâl eylese yerine birisi dahi nasb olunup ana bedel olur. Büdelâ, ricalullahtan yedi nefer ricaldir ki, bâtınlarıyla Allah'a, nasihat ve mev'izeleriyle ıslâh-ı müslimîne müteveccihler olup halkı Hakka davet ederler"(1). [Mesnevi Şerhi, I, 268.]
Nuhbe-i Vehbî şârihi de şu mâlumâtı veriyor:
"Allah onları halkın bazı mesâlihini tasarruf hususunda manevî izin ile hilâfete mazhar etmiştir. Kırk neferi Şâm'da, otuzu diğer memleketlerde olmak üzere yetmiş neferlerdir. İçlerinden birisi irtihâl edince sair insanlardan birini intihâb ederler." [Nuhbe-i Vehbî Şerhi, 337.]
Meşhûr âlimlerimizden Veled Çelebi üstadımın Âyin-i Cem adlı mecmûalarında şöyle tarif etmişlerdir:
"Ebdâl bedelin cem'idir. Beşere has olan sıfatları, Cenâb-ı Hakk'ın sıfatlarına tebdil eden velîye ebdâl denir."
Bu tarife ve sûfiye telakkisine göre itikat ve dinde amel cihetiyle Allah'a mânen en yakın mertebeye vâsıl olan sâlih zatlara velî derler. Derece, rütbe ve makam itibarıyla aralarında fark vardır. İleri gelenleri yedi, yahut kırk kişilerdir ki, lisânımızda evtâd, aktâb, gavs yani üçler, yedi veya kırk olduklarına göre yediler, kırklar denir. Bu zâtlar bir lahzada bir çok yerlerde görünürler ve kendilerine bir çok bedel ve makam gösterirlermiş.
Bu kısım hakkında fazla malumat için tasavvuf kitaplarına müracaat olunmalıdır.
B. Birtakım itikadlar halitası olan Bektaşîliğin bütün bâtınî-şiî tarîkatlarıyla ve abdâllıkla münasebeti, bazı hususlarda müşâbeheti vardır. Abdâllık gitgide Bektaşîliğe karışmıştır. Her abdâl Bektaşîdir. Her Bektaşî de az çok abdâldır. Abdal Mûsâ, Kaygusuz Abdâl, Abdâl Kumral, Abdâl Murâd, Pîr Sultân Abdâl hep Bektaşî erenlerindendir.
Abdâllık iddiasında bulunan şâirlerimiz ise hep sünnî ve meşrepçe Bektaşîdirler.
Bektaşî ve abdallar da aynı şeyleri taşırlar, aynı şekilde selmân ederlerdi.
C. Elli sene evveline kadar kalenderî veya abdâl diye nereden gelip nereye gittikleri ve ne maksatla dolaştıkları meçhul birtakım serseri seyyahlar görülürdü. Bunlar sırtta kebe, belde manda boynuzundan yapılmış bir nefîr ve cür'adân(2) asılı kemer, bir elde keşkül(3) diğerinde teber(4), kulakta mengûş halka, kemerde kocaman bir teslim taşı(5) şehirden şehire dolaşırlardı. Kebe bulamazlarsa sırtlarına bir pösteki parçası alırlar veya buna da lüzûm görmeyerek çırılçıplak dolaşırlardı.
Abdâl-ı aşk olup yalın ayak başı kabâ(6)
Sahrâya düştü âşık-ı şûride-vâr serv
Mesîhî
Gitti eğnimden kabâ başdan külâh abdâl-veş
Sînem üzre penbe-i dâğım oluptur pîrehen
Sabûhî Dede
Hz. Âdem'le Havva'nın Cennet'ten çıkınca bellerine incir yaprağı bağlayarak avret yerlerini setrettikleri rivayetine dayanarak bunlar da Adem ve Havva gibi çıplak gezdiklerini söylerlerdi.
Hasret-i verd-i ruhunla lâle-i nu'mânı gör
Baş açık abdâl olup beline yaprak bağlanır
Harîmî [Şehzâde Korkud]
Bunlar arasında teber yerine kırk budak denilen üstü dikenli iri bir sopa taşıyanlar da olurdu. Bununla kendisinin güyâ kırklardan biri olduğuna işaret ederdi. Bunlar hokkabâzlık, falcılık gibi süflî ve asılsız malumatları ile avâmı kandırırlar ve paralarını dolandırırlardı.
Bu kadarcık ma'rifeti olmayanlar ise memelerine, pazularına şişler sokup, at nalı mıhlayarak dolaşırlardı. Göğüs ve başlarına hubb-ı Ali ve hubb-ı Hüseyin yani Ali ve Hüseyin sevgisi ve aşkı namına(8) dağlar yakarlar, şerhalar açıp -yani bıçakla çizip kanattıktan sonra- iz ve eserlerini teşhîr ederlerdi(9). Bkz. Na'l.
Dâğ yakmış aşkınla gün na'l kesmiş mâh-ı nev
Tekye-i aşkında mihr ü mâh iki abdâldır
Emri
Sinemde dâğ~ı bi-hadd gördü nigâr dedi
Abdâl olduğuna bunlar nişâne ancak
Emrî
Şâh-ı gül tekye-i gülşende bir abdâlındır
Dâğ-ı hûnîni gül-i sürh u eliftir hârı
Emrî
Mânâ: Gül bahçesi tekyesinde gül fidanı senin bir abdalındır. Kırmızı gül onun göğsüne vurduğu kanlı dâğ, dikeni de bıçakla elif şeklinde açtığı yaradır.
Her tarafta çekmişim sinemde şekl-i zülfikâr
Baş açık abdâlınam gitmez dilimden "yâ Ali"
Zülâlî
Mânâ: Göğsümün her tarafına dağlarla Zülfikâr şekli çekilmiş, baş açık gezen abdalınım. "Yâ Ali" sözü dilimden gitmez. Daima zikrimdir.
El-Aliyy esmâ-yı hüsnâdan ise de bu beyitte Zülfikâr karînesiyîe Hz. Ali'nin kastedildiği âşikârdır.
Abdallarız ki her tarafa "yâ Ali"deyü
Diller uzattı sînedeki zülfikârımız
Âhî
Mânâ: Biz abdallarız. Göğsümüzdeki dağlarla yaptığımız Zülfikâr şekli her tarafa "yâ Ali" diyerek diller uzattı. Çünkü Zülfikâr iki dilli, çatal idi.
Çekti dil sînesine şerhalar abdâl oldu
Baş açıp giydi nemed aşkına "yâ şâh " dedi
Derdî
Mânâ: Gönül can evine şerhalar çekti. Başını açtı, kebe giydi; abdâl oldu. Bunun aşkına "yâ şâh-ı velâyet" diye haykırdı.
Bütün bâtınî tarikatlara mensup olanlarca bu iki nâm ile yâ Ali, yâ Şah zikretmek âdet olmuştur. Hayderiler, Işıklar, Babaîler hep bu meyândadır. Seyâhata çıkan derviş hangi tarikattan olursa olsun acıktığı zaman gözüne kestirdiği kimseye keşkülünü uzatarak,
-Ya Hak! yahut;
-Hû dost!
der ve bir öğünlük kadar karın doyuracak ekmek veya ekmek parası için selmân ederdi. Bundan fazlası kendilerine tarîkatlarınca haramdı. Diğer tarikatlarda bu kadarı da haram sayılırdı.
Selmân etmek, hâl lisanıyla kifâf-ı nefs edecek, yani ölmeyecek kadar doyumluk istemekti. Kâl lisanı ile bunu istemek yasaktı.
Bunların en terbiyelisi keşkülünü uzatarak selmân ettiği zaman para vermeyen adama karşı nefirini üflerdi. Bununla "senin ervahına yûf olsun!" demek isterdi.
Gâlib penâh-ı fakra gir abdâl-meşreb ol
Al kerre-nâyı destine çal rüzgâra yûf
Şeyh Gâlib
Mânâ; Gâlib! Dünyadan el çekip dergâha gir, yahut abdâl kıyafetine gir; abdâl meşrepli ol. Eline yûf borusunu al, dünyaya karşı çal.
Kerre-nây: Eski zamanlarda kullanılan iri, bed sesli asker borusu.
Bunlar arasında nefirin çatlamaması için sürecek yağ da isteyenler olurdu.
"Abdalın yağı çok gelince gâh borusuna, gâh derisine sürer" sözü bundan kalmadır.
Bunlar ekâbir kapılarında ilâhî ve gazel okuyarak da selmân ederlerdi. İzzet Mollâ'nın Dîvânı mukaddimesinde münderic "Bu hârzâr-ı cihân-ı gülistânı her dem bahâr ve bu âşiyâne-i bî-karâr-ı devrânı tekyegâh-ı istirâhat-medâr zannederek gâhice dâstân-serâ-yı gülşen-i hüsn-i dilberân ve gâhice ebdâl-i gazel-gûy-ı dervâze-i ekâbir-i zamân olarak..."(10) münşiyâne cümlesinden abdâlların büyüklerin konağı kapısı önünde gazel de okuduklarını anlıyoruz.
Nâilî'nin şu beyti abdâlların eş'âr okumak âdetinin eski olduğunu göstermektedir:
Dil-i pür-dâğa ruhun, bülbüle gül gülşende
İki abdâl-ı nemed-pûşdur eş'âr okudur
Nailî
Mânâ: Yanağın dağlarla dolu olan kalbime, gül de gülşendeki bülbüle kebe giymiş iki abdâl gibi eş'âr okutur.
Bursalı Şemsî'nin şu beyti de bu mazmûnu hâvidir:
Dervîş-i nemed-pûş gibi bülbül ıraktan
Gül ruhlarının vasfın okur âl varaktan
Nemed: Bektaşî fukarâsıyla çobanların giydikleri kolsuz, keçe paltodur.
Mesîhî'nin şu beyti de ekâbir kapılarında selmân eden, yani keşküllü bir abdâl tasvir etmektedir:
Pâdişâhâ kapına dervâzeye gelmiş durur
Çarh sâildir yanında keçküle benzer hilâl
Mesîhî
Dervâze: Daima herkese açık bulunan kapı demekse de, burada dervâzeye gelmek dilenmek veya hâcet için kapıya gelmek mânâsını ifade ediyor.
Bazıları çarşı ortasında durarak vakit vakit "el-mâlü mâlullah ve's-sahî habîbullah" yani mal Allah'ındır; cömert, Allah'ın sevgilisidir, diye bağırır ve istediği parayı, yiyeceği, giyeceği almayınca susmaz, günler ve aylarca oradan ayrılmazdı(11).
Ahaliyi o kadar taciz ederlerdi ki, ya bir zengin veya bir kaç esnâf tarafından istedikleri verilir, def edilirlerdi. Arzuları yerine getirilmeyenler arasında minareden kendini atmak, fırına girip yanmak tehdidinde bulunanlar da olurdu.
D. Hacı Bektaş Velîye mensûbiyet iddiasında olup çelebi kulu denen ve Hacı Bektaş Velî'nin kanından mı, sülbünden mi geldikleri henüz ispat edilememiş olan çelebileri tanıyan veyahut hiçbir yere mensup olmayıp Hz. Ali taraftarı olduklarını iddia eden köy alevilerine de Orta Anadolu'da abdâl denir(12). Kendi aralarında tarikat esrarına vâkıf olanlara ışık-münevver, şâirlere âşık, kendilerinden olmayan ehl-i zâhire kelte derler.
E. Ankara ve Yozgat havalisinde "abdâl", göçebeliği terk etmiş çingene mânâsı ifâde eder. Davulcular, köçekler bunlardan yetişirlerdi. Şu kadar var ki, şehirlileşmiş çingenelere elekçi, pûşiyân denir. İstanbul'da böylelerine güllaççı derler. Mevlevihane kapısı yanında bir mahalle halkı bunlardandır; güllaç yaparlar(13).
Bektaşî dervişleri dem çektikleri, yani rakı içtikleri halde (c) fıkrasındaki abdâllar, kalenderler gam yani esrar çekerler(14). Ve bu cihetle feleğin lutûf ve kahırlarına karşı "hayran" yaşarlardı.
Abdâl-ı ser-be-ceyb-i ferağız ki âlemin
Hayrân-ı nâz u ni'met-i pâ-der-rikâbıyız
Nâilî
Mânâ: Biz başını yakasının içine çekmiş, her şeyden fâriğ olmuş abdâlız ki bu âlemin ayağı üzengide olan -yani pek çabuk zevâl bulan- nâz ve nimetine hayranız.
Bu istiğrak ve mestlik haline hayret hali derler.
Âşık ki sûz-ı aşk ile giryân olur gezer
Abdâldır ki âlemi hayrân olur gezer
Bâkî
(Bak. Esrâr)
Bir de Evliyâ Çelebi'nin şu satırlarını okuyalım.
Halîmî'den naklen Yavuz Sultân Selîm'in sergüzeştinden bahsederken:
"Belde sapan-ı dâvûdî(15), serlerimizde âftâbe-i vâhidî kec(16) kılıp bellerimize mümessek cild-i telâtîn-i tennûre-i la'l-gûnu(17) bend kılıp ve birer post, birer ihrâm kitfimize vurup..." Çelebi devamla diyor ki: "Koca Selîm çâr-darb bir yiğit, fakîr Halîmî ve Kara Nedîm, zırtıl yalayan köçekleriyiz"(18).
Âfitâb-ı haddi üzre med çekilmiş nûrdan
Sanman ebrûsun kazıtmış ol kalender dilberi
Emri
Mânâ: O kalender dilberi kaşlarını tıraş ettirmiş sanmayınız; o metrûş kaşlar yanak güneşi üzerine, yani âfitâb kelimesinin elif harfi üzerine nûrdan çekilmiş bir (~) işâretidir.
Çelebi devam ediyor:
"Kalenderhâneye şâhın bir adamı gelip "aşk olsun abdâllar" diye selam verdi. Bizler dahi "Aşk olsun cemâl-i be-kemâline!" dedikde... ve huzûr-ı şâha vardığımızda Selîm Dede nefiri çıkarıp bir zemzeme-i Muhammedi, ardı sıra zemzeme-i Hayderî, ardı sıra oniki bend, oniki imamlar rümûzun gösterip esmâ-yı hüsnâdan "Yâ Vâhidü'l-ferd, el-ehad el-kâdir el-muahhar el-evvel ve'l-âhir, et-tâhir, el-bâtın, el-vâlî" deyip dest-ber-sîne edip pertâbla huzûr-ı şâha varıp âftâbesin kec kılıp:
Ne ez-tû rükû u ne ez-men kıyâm(19)
Selâmün aleyküm aleyke's-selâm
deyip ber-karâr olup bu ebyâtı terennüm eyledi."(X, 97).
İşte naklettiğim manzûm ve mensur misâller abdâlların, kalenderlerin kıyâfetleri, tavırları hakkında bizi tenvire kâfidir. [Bak. Abdâl Sırrı, Âyînedâr.]
Hülâsa: Abdallar, Kalenderler, Bektaşîler, Işıklar ve bunlara benzer bâtınî zümreler, tavır ve hareket, amel ve itikad, kıyafet itibariyle hemen birbirinin aynıdır.
Tariflerimizi şöyle hülasa edebiliriz:
-Abdallar: Bir elde teber, bir elde keşkül; belde kemer ve kemere bağlı teslim taşı; ellerinde nefir, sırtlarında kebe veya post bulunan, çârdarb olan; bazen memelerine, pazularına(20) şiş geçiren veya nal mıhlayan; bazen bir donla baş açık ve yalın ayak dolaşan; daimâ "Ya Ali" diye haykıran; göğüslerine, pazularına dâğ vuran, şerhalar çeken ve yanlarında birer kûçekleri bulunan; bazen çarşıda bir noktada durup el-mâlü diye bağırarak herkesin rahâtını kaçıran, bazen ekâbir kapılarında gazel okuyarak dilenen serseri, ne idüğü belirsiz esrârkeş, esrâr kaçakçısı, hayvan hırsızı kimselerdi. Cumhuriyet idaresi bu serseri ve tufeylilerin de köküne kibrit suyu dökmüştür. Bugün hiçbir tarafta görülmezler.
F. Üstü başı kirli, giydiğini yakıştıramayan kimselere de abdâl derler.
Mesîhî'nin aşağıdaki beytinden abdâllığı aklı başında her insanın kabul etmeyeceğini; fakat, aşk yolunda abdâllık ihtiyar edildiğini istinbât mümkündür:
Şu resme zeyn oluptur Edrine şehri güzellerle
Ki çok âkılları abdâl ediptir bî-bedellerle
Mesîhî
Bektaşîlik gibi abdâllığın da esası birtakım itikadlar halitasından ibaret bir tarikattır. Hayretinin şu beyti bunu te'yîd eder:
İçtiler fazl-i ilahî çeşmesinden âb-ı Hızr
Ettiler kesb-i hayât-ı câvidân abdâllar
Hayretî
Bu beyitteki fazl, hurûfî mezhebinin vâzı'ı olup ulûhiyet davasında bulunacak kadar küstahlığı ileri götüren İranlı Fazlullah Esterâbâdî'ye, Câvidân da onun kitâbına işârettir.
Yine Hayretî'nin şu beyti abdâllarda, din ve îmân telakkisi olmadığını gösterir:
Küfr ile îmânı yeksân eyleyen abdâllarız
Gâh mescid gâh küfrün biz kilîsâsındayız
Hayreti
Bu şâirin abdâlların senâsına dair müteaddit şiirleri vardır. [Bak. Kalenderi, Işık]
Maksadımız Anadolu'da yaşamış olan mezhep ve tarikatların târihini usûl ve âyinini yazmak değildir. Ancak, bunlara dair edebiyatımızda tesadüf edilen işaretleri belirtmek, ifade ettikleri mazmunları anlatmak hedefimizdir.
Karakaşzâde Ömer Efendi'nin Nûru'l-Hüdâ Li-men-İhtedâ adlı eserinden naklettiğim aşağıdaki satırlar abdallar hakkında tam bir fikir edinmemize yardım eder:
"Rûm âbdâlları kan(21) hayrân(22) ve sîne-i sad-çâkleri uryân ve ellerinde şedde-çerâğ(23) ve lâle-sıfât cisimleri pür-dâğ dâire ve kudûmlerin(24) döğe döğe ve her nevbet boynuzların(25) çala çala raks-zenân ve na'ra-künân, başları kabak, yalın ayak, tenleri çıplak birer tennûreleri var(26) ancak, miyânlarında pâleheng(27) birer zünnâr kuşak ve omuzlarında birer Ebû Müslimî nacak(28) ve ellerinde ser-deste nâmıyla birer çomak(29) ve yanlarında ikişer cür'adân(30) birinde kav ve çakmak, birinde esrar idüğü muhakkak ve bellerinde dahi âbdâlâne birer sarı kaşık ve birer keşkül sarkık ve bedenleri yol yol yanık âteşînler idüğüne dâğları tanık ve sînelerinde şekl-i zülfikâr-ı Ali ve kimisin pehlûsunda nâm-ı Hayder-i Kerrâr ve kimisin bâzûsunda heyet-i mâr ve cümlesinin şakaklarında dâğı var. Görenler der ki: Hâzâ alâmetu'n-nâr." s. 13
*
(1) Ricâlullah şunlardır: Nücebâ 300, nükabâ 40(kırklar), abdâl 7(yediler), evtâd 5, ahyar 3(üçler), gavs, kutb. Cümlesinin başı kutbü'l-aktâbdır ki, nazar-ı ilahînin mevzii, peygamberin halîfesi, tılsım-ı âzamın mâliki, âlemin cesedinin ruhudur.
(2) Nefîr: Boynuzdan boru demektir. Halk buna yûf borusu derler. Bak. Cür'adân.
(3) Keşkül: Hindistan cevizinin kabuğundan veya çatlamaz bir ağaçtan yapılan derviş çanağı.
(4) Teber: Uzun bir bastona geçirilmiş ince bir baltadır ki, eskiden harplerde kullanılırmış. Abdâl dağlarda bununla odun keser, vahşî hayvanlara karşı kendini bununla müdafaa ederdi.
(5) Kırşehir vilayetinin Mucur nahiyesinin Hacı Bektaş Köyü'nde çıkan bir nevi balgamlı, damarlı bir taştan yapılır. Oniki imâma işaret olarak on iki köşelidir.
Gönül abdâl-ı aşkın balgamî bir pâlehengidir
Sabit
Kaymak taşının kehribar renklisine balgamî derler.
(6) "Başı kabak, yalın ayak: Çıplak. Eskiden yalın aya, başı kaba deniyordu." [Lehçe-i Osmânî, 55]
(7) "Ve ellerinde ser-deste nâmıyla birer çomak..." [Nûrul-Hüdâ, 14.]
(*) Mesîhî'nin beytindeki kaba sözü kabak, Sabûhî'nin beytinde ise kaftan mânâsındadır.
(8) Bütün bâtınî tarikatlar bu iki sevgi ve aşka dayanır.
(9) "Bu cihânda Muhammed ve Ali'ye dost ve libâs-ı zer-beft sırmalı kumaştan elbise yerine bir post bize bestir ve Hüseyin ile Hasan âşıklarıyız. Ve onları Kerbelâ'da şehîd eden Yezîdlerin adûlarıyız ve aşûrede hûn-ı sirişkimiz (kanlı gözyaşımız) revân edip nevhalar ve ol sultânların revân olan akan hûnları için şerhalar çekeriz..." [Nûru'l-Hüdâ, 17.]
(10) Mânâsı: "Bu dünya dikenliğini bahâr-ı daimî olan gül bahçesi ve bu durmak bilmeyen dünya evini yan gelip yatacak ve arkasını dayayacak bir yer sanan ve arasına dilberlerin güzelliğine dair şiirler, bazen büyüklerin konakları kapısında gazeller okuyan abdâl olarak..."
(11) Galiba Mısır da bir İngiliz'in kapısı yanında onbeş sene bu suretle dilenen bir abdalın İngiliz inadını kırdığı mervîdir.
(12) "Bu abdallar ehl-i beyt bendeliği davasındadırlar; aleviyiz derler." [Veled Çelebi]
(13) Doğrusu gülaçtır ki, nişastadan gayet ince yapılan tatlı yufkasına denir.
(14) "Âdem cennetten arza hübût edince Serendib'te açlıktan haşiş yedi, biz de ona tabiyetle, ekl-i haşiş etmekle muttasıl hayran oluruz." [Nûrü'l-Hüdâ]
(15) Sapan: Çocukların taş atmak için kullandıkları lastikler gibi yünden örülmüş kaya parçalarını düşmana atmaya mahsus eski ve ibtidâî bir harp âleti olup, Hz. Davûd'un icad veya ıslah ettiği mervîdir.
(16) Âftâbe-i vâhidî: Bir nev'i derviş külâhıdır.
Âftâbı âftâbe mâhı eyler pâleheng
Tekye-i aşkında ol kim çarh-veş abdâl olur
Seyyid Vehbî
Mânâ: Senin aşkın tekyesinde semâ gibi abdâl olanlar güneşi başlarına külâh, ayı boyunlarına teslim taşı yaparlar.
(17-18) Çâr-darb: Sakal, bıyık, kaş ve saçları kazıtıp cascavlak olmak. Kalenderlik alâmetidir. Kûçek, yaşı küçük olduğu için şeyhin hizmetine verilen çömezdir. Rakkas mânâsına olan köçektir.
Erenlerin gerçeğiyiz
Hacı Bektaş kûçeğiyiz
Hasan Baba
Mümessek: Misk kokulu. Cild: Deri. Telâtîn: Eski Bulgar Türklerinin yaptığı bir nev'i makbul deri. Tennûre: Burada selamlamak. (Bak. Tennûre.) La'l-gûn: Kırmızı renkli. Kitf: Omuz çatının arkasındaki kürek kemiği.
(19) Bu beytin Türkçesi şöyledir:
Ne senden rükû ve ne benden kıyam
Selamünaleyküm aleykesselâm
(20) Âğâz- ı gazel-hânî ile hâme-i dilsûz
Abdâla dönüp börkünü terketti soyundu
Yenişehirli Belîğ
(21) Bak: Kandil.
(22) Bak: Esrâr.
(23) Er çerâğı olsa gerek.
(24) Dâire: Hânendelerin zilli defi demekse de maksat mazhar denilen, dergâhlarda, âyinlerde çalınan zilsiz büyük bir deftir. Kudûm: Bakır bir tasa gerdirilmiş deriden ibaret ve kayışla çalınan dümbelek.
(25) Yani nefîr.
(26) "Vaktâ ki Hz. Âdem cinândan mehcûr ve cisminden hulel-i bihişt dûr olup arza hüyût etti, ol dem cismi uryân olmağla mezmûm olup tesettür için miyânına tennûre bağlayıp..." [Nûru'l-Hudâ] Tennûr: Tandır. Bir de tennûre vardır ki, Mevlevî dervişlerinin âyin icrâ ederken giyindikleri bel tarafı kırmalı geniş eteklik demektir. Yoksul ve kalenderlerin bellerine peştemâl gibi bağladıkları pöstekiye de derler. Evliyâ Çelebi'den nakledilen fıkradaki telâtin tennûre tabirinden bunun deriden önlük olduğu anlaşılıyor.
(27) Pâleheng: Kendir ip. Burada ipten kuşak demektir.
(28) yarım ay şeklinde balta, teber.
(29) Zülfikâr: Kureyşlilerden Münebbih bin Âf'ın Bedir Muharebesinde iğtinam olunup... tarafından Hz. Ali'ye hediye edilen kılıçtır. Güyâ bir gün Hz. Muhammed, Ali'ye "Ben öldükten sonra Zülfikâr'ı kimseye çekme" diye vasiyyet etmiş. O da Zülfikâr'ı Necef deryasına atmış. Sonra eline bir ağaç parçası almış ve harplerde bu ağacı kullanmış. İşte bu sopaya ser-deste veya dest-çûp derler. Bu sopa Buyruk sahibi Safiyüddin Erdebilî'ye kalmış ve adı Zülfikâr imiş. [Buyruk, husûsî kütüphânemdeki nüsha.]
Çün düştü aks-i gamzesi mânend-i zülfikâr
Mahv oldu gitti bahr-ı Necef gibi cûy-ı dil
Faizi
Burhân-ı Kâtı' Tercümesinde ser-destî sûretindedir. İzahı şöyledir: "Mâhazar ve sehlü'l-husûl nesneye denir. Ve kalenderân elde taşıdıkları değneğe dahi denir. Âmme zer-deste derler"(s.349) Bu değneğe gabâz, gabâze, tayka, sopa, saymantı da derlermiş. Anadolu kızılbaşlarınca âyin-i Cem'de çıkarılan yeşil torba içindeki tahta kutuda saklı kayın ağacından mukaddes değnek Ali'nin sopasının remzidir. Kutuya tabut, torbaya kefen, değneğe erkân derler.
(30) Cür'adân: Esrâr mahfazası.
Yorumlar
Yorum Gönder