Tûtî-i mu'cize-gûyem ne desem lâf değil


1. Tûtî-i mu'cize-gûyem ne desem lâf değil
Çarh ile söyleşemem âyinesi sâf değil

2. Ehl-i dildir diyemem sînesi sâf olmayana
Ehl-i dil birbirini bilmemek insâf değil

3. Yine endîşe bilir kadr-i dür-i güftârım
Rûzigâr ise denî dehr ise sarrâf değil

4. Girdi miftâh-ı der-i genc-i maâni elime
Âleme bezl-i güher eylesem itlâf değil

5. Levh-i mahfûz-ı sühendir dil-i pâk-i Nefî
Tab'-ı yârân gibi dükkânçe-i sahhâf değil

Nesre Çeviri:
1. Tûtî-i mu'cize-gûyem ne desem lâf değil. Çarh ile söyleşemem âyinesi sâf değil.
2. Sînesi sâf olmayana ehl-i dildir diyemem. Ehl-i dil birbirini bilmemek insâf değil.
3. Kadr-i dür-i güftârım yine endîşe bilir. Rûzigâr ise denî dehr ise sarrâf değil.
4. Miftâh-ı der-i genc-i maâni elime girdi. Âleme bezl-i güher eylesem itlâf değil.
5. Dil-i pâk-i Nefî levh-i mahfûz-ı sühendir. Tab'-ı yârân gibi dükkânçe-i sahhâf değil.

Vezni:
Feilâtün (Fâilâtün) Feilâtün Feilâtûn Feilûn (Fa'lün)
Günümüz Türkçesi:
1. Mucize gibi sözler söyliyen bir papağanım, dediklerim lâf değildir. Felekle konuşamam; tenezzül etmem; çünkü onun aynası, kalbi temiz değildir. (O benim seviyemde değildir.)
2. Gönlü temiz olmıyana gönül ehlidir diyemem; gönül ehillerinin biribirlerini bilmemesi insafa sığar bir iş değildir.
3. Felek alçak, dünya ise kıymet bilmez; inciye benziyen sözümün değerini gene düşünce bilir.
4. Şiir hâzinesinin kapısının anahtarı elime geçti; âleme bol bol cevher dağıtsam bunlara ziyan olmuş gözüyle bakılamaz.
5. Nefinin temiz gönlü şiirin levhi mahfuzudur, dostlarınki gibi kitapçı dükkânı değil!
İzahlar:
1. Mu'cize-gûy: (f. st.) Mucize söyliyen. Mucize, Peygamberlerin yaptıkları ve halkın yapmaktan aciz olduğu şeyler demektir.
Tûtî-i mu'cize-gûy: (f. s. t.) Mucize söyliyen papağan.
Şairin kendisini papağana benzetmesi, insan sesini taklit edebilen bu kuşun fevkalâde bir yaradılışa sahip sayılmasından dolayıdır. Eski şairler, kendilerine veya tatlı dilli sevgililerine kendisine benzetilen olarak aldıkları tûtî için şeker-hâ (şeker çiğniyen), şeker güftâr (şeker sözlü), şîrîn zebân (tatlı dilli) gibi sıfatlar kullanılırdı. Bu beyitte tûtî kelimesinin ti hecesi zihaflıdır.
Mu'cize-gûyum yerine mu'cize gûyem denilmesi eski söyleyiş tarzının hususiyeti iktizasındandır. Fiillere getirilen im, sin tarzındaki çekim eklerinin em, sen diye söylenilmesi bilhassa Azerî lehçesinin hususiyetlerindendir.
Âyine: (f.) Papağanlara söz öğrettikleri ayna. Bu aynanın arkasına saklanan kimsenin söylediği sözü, papağan, aynada gördüğü papağan söylüyor zannederek, kendisi de söylemeğe çalışırmış.
Şiirde bazan birinci hecesi gibi ikinci hecesi de uzatılarak, bazan da -burada olduğu gibi- ikinci hecesi uzatılmadan kullanılan âyine kelimesi bu beyitte mecazen, iç, kalp manasını almaktadır.
Bu beytin kafiyeleri olan lâf ve sâf kelimeleri, vezinde birer kapalı ve birer açık hece karşılığı olacak surette uzatılarak okunmalıdır. Diğer beyitlerin kafiyeleri olan insaf, sarrâf, itlaf ve sahhâf kelimelerinin son heceleri de böyledir.
2. Ehl-i dil: (f. is. t.) Gönül ehli; gönül âleminin şevk ve zevkleri içinde yaşıyanlar.
3. Konuşurken daha ziyade keder, merak karşılığı olarak kullandığımız farça endişe kelimesinin asıl manası -burada olduğu gibi- düşünce, tefekkürdür.
Dür-i güftâr: (f. is. t.) Söz incisi.
Kadr-i dür-i güftâr: (Zincirleme f. is. t.) Söz incisinin değeri. Güftânm, kelimesinin sonunda nesne eki kullanılmamıştır, kadr-i dür-i güftânm, kadr-i dür-i güftarımı demektir.
Rüzgâr kelimesinin rûz hecesini, vezinde bir kapalı ve bir açık hece karşılığı olacak tarzda uzatarak okumak lâzımdır.
4. Ma'nânın çoğulu olan maânî kelimesi, eskiden, dilin sentaks (syntaze) kısmının inceliklerinden bahseden ilmin de adı idi. Arapçada Maânî ile birlikte okutulan ve gene ifade güzelliğinden bahseden Bedi ve Beyân ilimleri de vardı. Nefî de burada maânî kelimesini sadece şiirin içindeki manalar yerinde değil, söz inceliği, güzel söz, şiir manasında kullanmıştır.
Genc-i maânî: (f. is. t.) Manalar hâzinesi; şiir hâzinesi.
Der-i genc-i maânî: (Zincirleme f. is. t.) Şiir hâzinesinin kapısı.
Miftâh-i der-i genc-i maânî: (Üçüzlü zincirleme f. is. t.) Şiir hâzinesinin kapısının anahtarı.
Bezl-i güher: (f. is. t.) Bol bol cevher dağıtmak, bol bol inci saçmak.
5. Levh-i mahfûz: (f. s. t) Allahın, kâinatın mukadderatını tespit etmiş olduğu manevî levha.
Levh-i mahfûz-i sühan: (f. is. t.) Şiirin levhi mahfuzu. Söz demek olan farsça sühan kelimesi, şairler kendi sözleri için kullandıkları zaman, manzum söz, şiir diye anlamak lâzımdır.
Dil-i pâk: (f. s. t.) Temiz gönül.
Dil-i pâk-i Nefî: (f. is. t.) Nefinin temiz gönlü.
Tab'-i yârân: (f. is. t.) Dostların tabiati, yaradılışı.
Dükkânçe-i sahhâf: (f. is. t.) Kitapçı dükkâncığı. Dükkân kelimesinin sonundaki çe, Farsçada manayı küçültücü bir ektir. Kân hecesini burada uzatmadan okumalıdır.
Nef i bu beytinde kendi gönlüne, kimsenin söyliyemeyeceği sözlerin Allah tarafından ilham edildiğini ve bu yüzden gönlünün levh-i mahfûza benzediğini söyledikten sonra; başka şairlerin tabiatlerini kitapçı dükkâncığına benzetmekle de onların şiir mazmunlarını, kitaplardan, başka şairlerin divanlarından aldıklarına ve bu yüzden eserlerinin söylene söylene güzelliğini kaybetmiş taklitlerden ibaret olduğuna tariz ediyor.
Günümüz Türkçesi ve açıklama: Necmettin Halil ONAN

Yorumlar