Zi muhlisler yiridürür hârâbat

Açıklama:
Tarihin her devresinde, geçerli ideolojilerin riyakârları da beraberinde türemiş ve bu sayede büyük menfaatler elde edilmiştir. Dinî kanunların yürürlükte bulunduğu devirlerde dindarlık, hem toplumda daha fazla itibar kazanmak hem de güvenilir bir kişilik sergilemek için oldukça geçerli bir etiket değerindeydi. Eski şiirin hedeflerinden birisi de bu sahle ve riyakâr tiplerle kıyasıya mücadele etmek ve onları elden geldiğince güç durumda bırakmaktı. Bunun için kıyafeti, davranışları, şarap ve meyhane aleyhtarı girişimleriyle ön plana çıkan sofu tipler acımasızca yeriliyor ve riyakârlıkla itham ediliyorlardı. Şarabın ilâhî aşkı, meyhanenin ise gönlü temsil ettiği temel bir prensip olarak kabul edilen bu edebiyatta, aydın zümreyi temsil eden şairler, edebî sembolleri anlamayan veya ardında gerçek şarap ve meyhane bulunduğunu iddia eden veya sezen sofulara acımasızca hücum ediyorlar ve bitmek bilmez bu mücadele yıllar boyu sürüp gidiyordu. Bununla birlikte meseleyi bir başka yönden ele almak gerekirse sofular, karşı grubun şarap içip meyhaneye gittiği iddiasında fazla da haksız değillerdi. Kaynakların anlattıklarına bakılırsa, bu devrin aydın kesimi diyebileceğimiz şair ve müderrislerin hatın sayılır bir kesiminin şarap ve meyhane sohbetleriyle yakın bir ilgisi bulunmaktaydı. Öyle anlaşılıyor ki bu gibilerin bir kısmı, sözü edilen edebî sembolleri kalkan edinerek şarabın neşesini ve meyhane âlemlerini şiirlerinde rahatça işledikleri gibi, mistik şiirin cahil sofulan tenkit etme geleneğine uyarak, şiirlerim kendileri için tehlikeli bir hasım olarak gördükleri sofulara karşı bir silâh gibi kullanıyorlardı. Aşağıdaki şiirin ilk ve son beyitleri gerçek anlamda meyhaneyi anlatır görünmelerine karşılık, aslında insanın gönlünü tarif etmektedir. Fakat şair şiirden fazlaca anlamayan ve sürekli şüphe ile bakan sofulan kızdırmak istercesine son beyitte "Ne yani sanki meyhane Allah'ın değil mi de orada Allah'a yalvarılmasın?" diyerek meseleyi kasıtlı olarak karmaşık hâle sokmakta ve ifadesini gerçek anlamı sembolik anlamına ağır basacak bir yapıya büründürmektedir. Fakat şunu da unutmamalıdır ki oldukça hacimli bir divana sahip olan Ahmedî, şiirlerinin önemli bir kısmında burada olduğu gibi mistik konulan işlemesine karşılık, ömrünün son yıllarında, özellikle Timur'un Anadolu'yu işgali sırasında Edirne'ye çekilmek zorunda kalan ve kendini içkiye veren Emir Süleyman'ın sefahat meclislerinde âdeta bu genç hükümdarı şarap içmeye teşvik edercesine şiirler yazmıştır. Sonuçta bu durum Araplann şiir için söyledikleri "el-ma'nâ fi batni'ş-şâ'ir" [= şiirin gerçek anlamı şairin içinde gizlidir] sözünün ne kadar doğru olduğunu göstermekte ve şiiri her meşrepten insanlar tarafından zevkle okunabilir kılmaktadır.

ı Zi muhlisler yiridürür hârâbat
Ki yoh anda riya vü zerk ü tâmât

2 Kamu yohluhdurur üftâdaluhdur
Hakîkatde budur hod asl-i tâ'at

3 Çü gönlünde eser yoh meskenetden
Dilünde ne gerek bunca makâlât

4 Elünde sübha dutarken ne hacet
Dilün gönüllere urmak cirâhât

5 Yig ol kim yatasın bî-hod mey içüp
Ki hod-bînlıhla idesin ibâdât

6 'îbâdetde sevâb isdeme ki olmaz
Ganî-yi Mutlakun işi mükâfat

7 Seni terk eyle kim anı bulasın
Ki et-tevhîdü iskâtü'l-izâfât

8 Unut encamı sun ol câmı sâkî
Ko te'hîri ki fi't-te'hîri âfât

9 Yir ü gök Ahmedî çün kim onundur
Nedür meyhanede olmaz mı münâcât

Günümüz Türkçesi:
1 Meyhane öyle bir halis kimseler yeridir ki orada riya, gösteriş ve boş lâf yoktur.
2 Gerçekte ibadetin esası baştan aşağıya kendini yok etme ve düşkünlüktür.
3 Eğer gönlünde acizlikten eser yoksa, dilinde bunca söze ne hacet var?
4 Elinde tespih tutuyorken, dilinin gönüllere yaralar açmasına ne gerek var.
5 Kendini beğenmişlikle ibadet etmektense, şarap içip kendinden geçerek yatman daha iyidir.
6 ibâdetinden dolayı sevap isteme, gerçek zengin olan Allah'ın işi mükâfat değildir.
7 Kendini terk et ki onu bulasın. Çünkü "Birlik, ilintileri gidermekle olur".
8 Saki! İşin sonunu unut, o kadehi sun, ertelemeyi bırak. Çünkü erteleme felâket getirir.
9 Ahmedî! Madem yer ve gök onundur; ne sanki meyhanede Allah'a yakarılmaz mı?

Gazelin Şerhi:

1 - İslâm dini "şirk"i yani Allah'a ortak koşmayı en büyük günah olarak görür. Şirkin de en tehlikelisi riyadır. "Riya" Allah'a samimî olarak değil de insanlar beni beğensin ve takdir etsinler diye yapılan ibadettir. Bu durumda kişi Allah için değil de, kendisini bu hâllerinden dolayı takdir edip beğeneceklerini umduğu insanlar için ibadet etmiş olur. Bu yüzden "riya" din ve ahlâk kitaplarında büyük bir günah, hastalık ve pis bir leke olarak gösterilip tarif edilmiştir. Dinin haram
kıldığı şarap da "necis" yani pis olarak kabul edilmesine rağmen biri yıkanmakla temizlenip tövbe ile affedilen, diğeri ise insanın ruhuna işleyen ve kolay kolay temizlenip affedilmeyen bir kir ve günah olduğundan edebiyatta gerçek anlamda şarabın necisliği, riyanın yanında pek saf ve temiz kabul edilmiştir. Hiç kimse şarabın içildiği gerçek anlamdaki bir meyhaneye riya için gitmeyeceğine göre, edebiyatta meyhaneye gitmek, riya için mescide gitmekten de üstün tutulmuştur. Tefsir, hadis, fıkıh, kelâm, akait gibi dinî ilimleri çok iyi bilen bir bilgin olduğu eserlerinden anlaşılan Ahmedî bu beytinde böyle bir durumu ima ederek "harâbât"ın [= meyhane] "muhlis" yani saf ve halis kimselerin yeri olduğunu ve orada riya, "zerk" [= iki yüzlülük] ve "tâmât" [= boş lâflar] bulunmadığını ifade etmektedir. Aslında şair zahirde bunu söylemekle birlikte, edebiyatta meyhanenin aşk şarabının içildiği gönül anlamında bir sembol olarak kullanıldığı düşünülecek olursa; bu ifadeyle aslında "Gönül halis kimselerin mekânıdır. Orada gösteriş olmaz, iki yüzlülük olmaz, boş lâflar da söylenmez" demek istemektedir. Gerçekten de insanın gönlünde olanı kimsenin, daha doğrusu Allah'tan başka kimsenin bilmesi mümkün değildir ve orada riya ve iki yüzlülüğe gerek de yoktur.

2 - "Tâ'at" [= ibadet, itaat, kulluk] Allah'ın emirlerine itiraz etmeden riayet demektir. Hiçbir mülkiyeti olmayan bir köle, zengin efendisine göre hangi konumda ise, ister padişah ister bey olsun her kulda Allah'a karşı aynı konumdadır; ona karşı "Ben şu mevkideyim..." veya "Benim bu kadar malım mülküm var..." demeyip kulluğunu bilerek "üftâdelik" [= düşkünlük] göstermek ve kendi hiçliğini kabullenmek zorundadır. Çünkü Allah kimseyi malının çokluğuna yahut makamının yüksekliğine göre değerlendirmez; kim emirlerine daha çok itaat ediyor ve kulluk gösteriyorsa insanları ona göre derecelendirir. Şairin bu gibi dinin temel ilkelerinden sayılan hususları bahis konusu etmesi, biraz sonra sofu tipine yönelteceği ciddî bir takım sataşmalara bir zemin oluşturma amacına yöneliktir.

3 - "Meskenet" [= zavallılık] kelimesi bir önceki "üftâdelik" ile aşağı yukarı eş anlamlı kelimeler olup bu beyit bir önceki ibarenin ifadesini tamamlamak üzere söylenmiştir. Yani şair "Eğer insan Allah'ın gücü, kudreti ve mutlak iradesi karşısında zavallılığını bilmez ve bu gerçeği gönlünde kabul etmezse, dili ile istediği kadar Allah'ı zikretsin yahut sağda solda anlatıp konuşsun, hiçbir faydası yoktur." demektedir. "Eser" iz demektir. İkinci mısradaki Türkçe "dil" kelimesinin Farsçadaki anlamı 'gönül' olup bu anlam bir üst mısrada belirtildiğinden, kelime uzak anlamını çağrıştıracak bir yapı arz et mektedir (iham).

4 - Burada yukarıdaki iki beyit boyunca ortaya söylenmiş gibi duran sözlerin muhatabı artık açıkça tarif edilmektedir. Öyle anlaşılıyor ki şair bütün bu sözleri, topluma sürekli elinde tespih tutup her an Allah'ı zikrettiği mesajını vererek dindarlık taslayan sofulara yöneltmektedir. Burada sofunun dili, gönüle "cirahat" [= yara] açan bir bıçağa benzetilmiştir (kapalı istiare). Şaire göre "Sofunun madem ki elinde tespih vardır, onun dili tespihi ile uğraşmalı, başkalarına zarar verip çevresini incitmemelidir." Aslında şair Allah'ı böylesine tespih etmenin riyadan başka bir şey olmadığının farkındadır; fakat hiç olmazsa bu durumda sofunun dili meşgul olacağı için çevresine zarar veremeyecektir. Görüldüğü üzere bütün bu ifadelerde sürekli olarak içten içe bir istihza ve alay gizlidir. Sözün biraz daha perde gerisinde, "Yerlere göklere sığmayan yüce Allah gönüle sığmışken, sen onun evine zarar vermeye elinde tespih olduğu halde nasıl cesaret edebiliyorsun?" gibi bir ima vardır.

5 - Farsça "hod" [= kendi] ve "bîn" [gören] kelimelerinden oluşan "hod-bîn" terkibi kendini beğenen, bencil, kibirli ve gururlu kimse demektir. "Hod-bînlikle ibadet etmek" ibadetinden dolayı gururla narak kendisini üstün görmek demektir ki bu davranış şekli de din ve ahlâk kitaplarında şiddetle menedilmiştir. İslâm dinine göre kul ne kadar çok ibadet etse yine de Allah'a karşı olan borçlarının arşılığını ödemesi mümkün değildir. Bu bakımdan gece gündüz ibadet eden bir kimse dahi sürekli kusur içinde bulunduğunun bilinci içinde olmalıdır. Allah'a karşı kulluk prensiplerinin önemli hususlarından olan bu kaideye temas eden şair, bu noktadan hareketle sataşmaların dozunu gittikçe artırarak sofuya büyük bir ustalıkla bu defa şarap içmesinin içinde bulunduğu hâlden daha uygun olduğu mesajını göndermektedir. Çünkü sofu şarap içip "bî-hod" [= kendinden geçerek] yatsa, en azından ibadetinden dolayı gururlanmak gibi büyük bir günahı işlemekten kurtulacaktır.

6 - irfan ehli kimseler kulun ibadetleri karşılığında Allah'tan mükâfat isteme hakkı olmadığı kanaatindedirler. Nasıl bir köle efendisinin verdiği bir iş karşılığında ondan bir şey isteme hakkına sahip değilse, insan da kendisini yaratan ve ona yaşama hakkını veren Allah'a karşı yerine getirdiği ibadetleri için bir şey talep edemez. Allah zaten gani ve cömert olup hakkı olana hakkını kendiliğinden teslim ettiğinden böyle bir konuyu düşünmek dahi gereksiz olduğu gibi bunun üzerinde pazarlığa girişmek edebe uygun düşmez. Hatta bu düşünceden hareketle gerçek âşıklar Allah'tan mükâfat olarak cenneti değil, kendilerini kulluğa kabul etmesini ve onlara cemalini göstermesini isterler. "Mükâfat" kelimesi dilimizde daha çok ödüllendirme karşılığında kullanıldığı halde, Arapça aslında aynı zamanda cezalandırma anlamına da geldiğinden; şair burada aynı zamanda "Allah kimseyi suçundan dolayı cezalandırmaz" gibi bir ifade kullanarak o devirde Batıniler arasında yaygın olan, Allah'ın kimseyi cehenneminde yakmayacağı yolundaki bir düşünceyi benimsemiş görünmektedir. Bu ifadeden amaç sözün nereye vardığını anlamaktan âciz bulunan cahil sofuyu bir kere daha kızdırmaktır. Gerçekte ise şair herkesin kendi cezasını kendi eliyle hazırladığını, insan bu dünyada bir kötülük işliyorsa bu kötülüğü ile kendi kendine zulmettiği gerçeğini ima etmektedir.

7 - "Izâfe" ekleme, "izâfât" bunun çokluğu olarak eklemeler demektir. "Tevhîd" birlik, "iskât" ise düşürme anlamına geldiğine göre ikinci mısradaki ibare "Birlik, eklemeleri düşürmekle gerçekleşir" anlamına gelir. Kolayca anlaşılacağı üzere burada şairin kastettiği birlik, ilâhî birliktir. Kişinin gerçek anlamda Allah'ın birliğini kabullenmesi, gönlündeki diğer putları kırıp ortadan kaldırmasıyla gerçekleşir. Gönül Kâbesi, içinde bir sürü heykeller ve putlar bulunduğu hâlde Allah'ın evi olamayacağından oranın bir an önce bu engellerden temizlenmesi gerekir. Fakat dikkat edilecek olursa ilk mısrada öncelikle kişinin kendisini terk etmesi gerektiği tavsiye edilmektedir. Bir insanın kendisini terk etmesi, benliğini yani yukarıda şairin daha önce bahsettiği "hod-bîn"liğini terk etmesi demektir. Bundan kurtulmadıkça kişi kulluğunu idrak edip Allah'a kavuşamaz, "tevhid" yani Allah'ın birliğinin ne demek olduğunu kavrayamaz. Çünkü Allah'a ibadet maskesi altında farkında olmadan sürekli kendisine tapar.

8 - "Encam" son demek olup "encamı unutmak", kişinin bir işin sonu ne olur diye düşünmeyi terk etmesi demektir. Mutasavvıflar bu konuda Allah'a gerçek kul olan bir kimsenin yarın ne yiyeceği yahut nasıl geçineceği konusunda tasalanmaması gerektiği, dervişin sadece içinde bulunduğu anı yaşaması ve sonrasını düşünmemesi icap ettiği yolunda bir takım prensipler geliştirmişlerdir. Şair sakiden bu prensibe uymasını, sonra ne olur diye düşünmemesini rica etmektedir. "Sâkî" kelimesinin gerçek anlamı, işret meclislerinde şarap sunan kimse demektir. Bunlar meclise devam eden herkesin tabiatını bildiklerinden, kadehi adamına göre az veya çok doldurarak verirlermiş. "Sâkî"nin sembolik anlamı ise yerine göre Allah, Hz. Peygamber veya kâmil mürşit gibi ilâhî aşkı ve feyzi dervişlere dağıtan kimse demektir. Kâmil mürşit her dervişin ruh hâline göre ona tarikat yolunda bir takım vazifeler verir; bu vazifeler doğrultusunda salik ilâhî aşka erişir, yol ve mesafe alır aksi takdirde, kaldıramayacağı bir yükün altına girdiğinde ise kendini kaybeder, cinnet derecesine varan hâllere uğrar. Bu bakımdan mürşitler bir sakinin adamına göre şarap sunması gibi, dervişlere ilahî aşkı derecesine göre sunarlar. İşte Ahmedî burada mürşidinden "Sonra bunun hâli ne olur diye düşünmeyip aşkın kadehini bir an önce dolu dolu sun!" diye rica etmekte, ardından da Hz. Muhammed'e izafe edilen "Ertelemede felâketler vardır" anlamındaki bir sözü ileri sürerek talebini güçlendirmektedir. Bu söz Keşfü'l-hafâ'da "Heleke'l-müsevvifûn" [= Erteleyenler helak oldu] şeklinde geçmektedir.

9 - "Münâcât" Allah'a yalvarıp yakarma demektir. Ahmedî ilk beyitte olduğu gibi son beyitte de yine sözü meyhaneye getiriyor. "Meyhanede Allah'a yalvarılmaz mı? Madem yer ve gök her yer Allah'ındır, öyleyse meyhane de Allah'ındır" diyerek orada dahi Allah'a yakarılabileceğine işaret ediyor. Halbuki şairin kapalı olarak asıl söylediği şey, Allah'a yakarmak için sesi yükseltmenin ve başkalarına bu hâli göstermenin anlamsız olduğu, gerçek yakarışın kimsenin görüp duyamayacağı bir yer
olan gönülde yapılması gerektiğidir. Tabii şair her zaman olduğu gibi bu hâlleri anlamakta bir hayli yaya kalan sofuyu kızdırma amacıyla, buradaki meyhanenin dinen haram olan şarabın içildiği meyhane olduğu izlenimini uyandırmaya çalışmaktadır.

Kaynak: Ahmet Atilla Şentürk, Osmanlı Şiiri Antolojisi

Yorumlar