SÛFÎ KİMDİR?


Eski edebiyatta şairlerin acımasızca uğraştıkları tiplerden birisi de "Sûfî'dir. Hemen her şairin divanında her fırsatta takılıp tenkit ettiği bu tipin kimliğini ve anlaşmazlıkların nereden kaynaklandığını daha iyi görebilmek için meseleyi tarihî boyutuyla ele almak yararlı olacaktır: Hicret'in ikinci asrında, Allah'a daha çok yakınlaşmayı amaç edinen bazı kimseler, kendilerini toplumdan ayırarak gözlerden uzak yerlerde tamamen ibadetle vakit geçirmeye başladılar. Sayılan gittikçe artan ve halk tarafından saygı gören bu zümre zamanla devlet adamları ve zenginlerin sürekli hayır ve yardımlarıyla kurumlaşmaya başladı. Böylece ilk tekke ve zaviyelerle, bunlar için art arda kurulan vakıflar süratle gelişmeye başladı. Güçlü bir ihtimalle gösterişten uzak ve sadece örtünüp soğuktan sıcaktan korunma amacıyla üzerlerinde taşıdıkları "sûf" adlı yünlü abadan dolayı "sûfî" denen bu insanlar; bir zaman sonra bazı serpuşlar, kıyafet ve alâmetlerle hem halktan hem de gittikçe kollara ayrılan diğer tarikat mensuplarından kendilerini ayırma ihtiyacı hissettiler. Gittikçe sayılan artan ve bu haliyle devlet mensupları için hatırı sayılır bir iktidar desteği olmaya başlayan bu zümreler, kendileri için kumlan vakıflar sayesinde oldukça rahat ve itibarlı bir hayat sürmeye alışmışlardı.
Kıyafetleri ve kurumlarıyla gittikçe büyüyerek bir ayrıcalık ve güç sembolü haline gelen sufilerin bu hâli, bu zümrenin asıl hedefi olan "zühd" ve "salâh"ı zedeleyici bir durum oluşturmaya başladığından, içlerinden bazıları gerek tekkelere gerekse bu farklı kıyafet ve sembollere karşı çıkarak onlardan ayrıldılar. Daha en başından itibaren bu yolu seçenlerin varlığı muhakkak olmakla birlikte, bu tutumun ilk temsilcisi olarak Nişaburlu Hamdûn-i Kasssâr gösterilir. Allah'a yakınlaşmak için kendilerine bu yolu seçen kimseler, dindarlıklarından dolayı halkın ve devlet adamlarının takdirini almak gibi bir tehlikeden sakınmak için dış görünüş itibarıyla horlanacak bir tavır takındılar, hayır ve ibadetlerini gizleyip kötü görünen yönlerini açığa vurdular. Böylece kınanıp horlanmaya mensup kimseler anlamında "Melâmî" adı verilen zümre ortaya çıktı. Tarikatlar daha çok Irak civarında gelişirken bu meşrepteki kimseler ise Horasan ve civarında yaygınlaşıyorlardı. Bu sebeple bunlara "Horasânîler" yahut "Horasan erleri" denmeye başlandı. Daha sonra vücuda gelen Kalenderîlik, Hayderîlik, Mevlevîlik ve Bektaşîlik gibi tarikatların da bu kaynaktan doğdukları kabul edilir.
Her türlü ayrıcalık gösterisinden uzak kalmayı prensip edinen, ibadetlerini elden geldiğince gizlemeye çalışan, dünya malından el çekmeyi ve ona hiç değer vermemeyi doğru yol bilen, insanların kınamalarına aldırış etmeyen ve bunu özellikle isteyen bu tavır, bir tarikattan çok "melâmet" denen bir meşrep olarak devam etti. Eski şiirimizdeki "rind" tipinin temelinde gerçekte bu zihniyet yatar. Gerçek irfan ehli kimselerce benimsenen ve şairler gibi aydın zümreler tarafından takdir görüp desteklenen bu yol; "sûfî" -yahut "zâhid"- olarak adlandırılan tipin tavır ve meşrebiyle neredeyse taban tabana zıt bir manzara oluşturuyordu. Çünkü "sûfî" bir elinde tespihi, başında hangi tarikata bağlı olduğunu ilan eden tacı, bunun kenarına sıkıştırılmış misvağı, omuzunda her an kullanıma hazır seccadesi, insanlar kendisini görecek şekilde sürekli tespih ve zikirle meşgul tavrıyla tam bir gösteriş sergilemekteydi. O günün toplumu için en geçer akçe olan dindarlığı böylesine teşhir edip kendisinin gerçek Müslüman olduğunu iddia eden "sûfî", bu tavrı sebebiyle riyakârlık ve kıyafete tapmakla itham edildi.
Riya yani gösteriş için ibadet edip dindar görünme hâli, dinen en büyük küfür ve suç sayıldığından; onun bu hâline nazaran çarpıcı bir örnek oluşturması bakımından, dinin "necis" saydığı şarabı içmenin daha ehven bir yol olduğu ileri sürüldü. "Rind"liği ve "melâmet"i kendilerine ideal bir meşrep olarak seçen ve toplumun belki en zeki ve dili en ustaca kullanabilen fertleri konumunda bulunan şairler; ilim ve kültür seviyesi itibarıyla oldukça vasıfsız bir tip oluşturan "sûfî" karşısında acımasızca bir tavır takındılar. Dini menfaate alet etmeyi dünyada geçim yolu hâline getirdiğinden riyakârlığın sembolü olan bu tiple her fırsatta alay edip onu kınadılar. Öyle ki öbür dünyada cenneti elde etme amacıyla ibadet etse dahi onu menfaatperestlikle itham ettiler. Onlara göre gerçek ibadet hiçbir menfaat olmadan ve karşılıksız sevgi ile yapılmalıydı. Dindarlık sebebiyle kulların takdirini kazanmaktansa sokak köpekleri ile aynı kaptan yemek yemeyi ve meyhane köşelerinde şaraba bulanıp yatmayı tercih eden bu görüş, edebiyatta binlerce beyitle işlendi. Üstelik şarabı ilâhî aşkın sembolü olarak kabul eden bu edebiyat "sûfî'ye inat şarabı ve meyhaneyi metheden her türlü sözü hoşgörüyle karşıladı. Bu sözlerin gerçek anlamlarını bilemeyen "sûfî" ve "zâhid'ler "rind" tipini benimseyen ve temsil eden şairleri her fırsatta küfürle itham ettiler. Buna karşılık tefsir, kelâm ve akait gibi konularda oldukça iyi bir dinî eğitim gören ve Türkçenin gramerine ustalıkla hâkim olan şairler, dinin en mukaddes konularım dahi hafife alırmış gibi görünen fakat aslında çok farklı anlamlara gelen sözlerle "sûfî"yi çileden çıkartmayı bir tutku hâline getirdiler? Ortaoyununu andıran bu mücadele manzarası eski şiirin tükenişine kadar sürüp gitti.

Kaynak: Ahmet Atilla ŞENTÜRK, Osmanlı Şiiri Antolojisi

Yorumlar